Güneşin ilk ışıklarının, Anadolu’nun kadim topraklarına nazikçe dokunduğu o sabah, yüreğimde tarif edilemez bir heyecan vardı. Sanki binlerce yıllık bir uykudan uyanan ruhum, beni eşsiz bir serüvene çağırıyordu. Yanımda, gözlerinde aynı coşkuyu taşıyan, Türkiye’nin gizemli köşelerini keşfetmeye can atan kadim dostum Ali vardı. Bir harita, bir pusula ve en önemlisi, keşfetme arzusuyla dolu iki yürek… Yolculuğumuz, adeta bir destanın ilk cümlesi gibiydi; bilinmeyene doğru atılan cesur bir adım.
İlk durağımız, masallardan fırlamış gibi duran Kapadokya’ydı. Peri bacalarının gökyüzüne uzanan büyülü silüetleri, sanki başka bir gezegendeymişiz hissi veriyordu. Sabahın erken saatlerinde, sıcak hava balonlarının gökyüzünde süzülüşünü izlemek, insanın ruhunu okşayan bir manzaraydı. Ali, bu anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinesini hazırlarken, ben de bu eşsiz coğrafyanın sessizliğine kendimi bıraktım. Yüzlerce balonun aynı anda gökyüzünü renklendirdiği o an, kelimelerle tarif edilemez bir güzelliğe sahipti. Sanki gökyüzü, rengarenk devasa balonlarla süslenmiş dev bir tuvaldi. Aşağıda, vadilerin derinliklerinde gizlenmiş, kayalara oyulmuş antik kiliseler ve yerleşimler, binlerce yıllık bir tarihin sessiz tanıklarıydı. Bu topraklarda yaşayan insanların, doğanın sunduğu bu benzersiz oluşumları nasıl bir yaşam alanına dönüştürdüğünü hayal etmek bile büyüleyiciydi.
Kapadokya’nın büyüsünden sonra rotamızı, Türkiye’nin en büyüleyici doğal harikalarından biri olan Pamukkale’ye çevirdik. Beyaz traverten terasların göz kamaştırıcı görüntüsü, sanki pamuklardan yapılmış devasa bir yamaç gibiydi. Suların, kalsiyum karbonatla zenginleşerek oluşturduğu bu doğal havuzlarda yürümek, insanın tüm yorgunluğunu alıp götüren bir deneyimdi. Ali, terasların kenarında durmuş, gözleri hayranlıkla parlayarak bu beyaz cenneti seyrediyordu. “Burada zamanın nasıl durduğunu hissediyorum,” dedi fısıltıyla. Haklıydı. Antik Hierapolis kentinin kalıntıları arasında dolaşırken, binlerce yıl öncesine ait yaşamların izlerini sürmek, insanın kendi varoluşunu sorgulamasına neden oluyordu. Antik tiyatronun basamaklarında oturup, gözlerimi kapattığımda, gladyatörlerin kılıç seslerini ve seyircilerin coşkusunu duyar gibi oldum. Bu coğrafya, sadece görsel bir şölen sunmakla kalmıyor, aynı zamanda geçmişin derinliklerine bir yolculuk vaat ediyordu.
Yolculuğumuzun bir sonraki durağı, Türkiye’nin en büyük yüz ölçümüne sahip ili unvanını taşıyan Konya’ydı. Geniş bozkırların ortasında, adeta bir inci gibi parlayan bu şehir, Mevlana Celaleddin Rumi’nin manevi iklimiyle kucaklıyordu ziyaretçilerini. Mevlana Müzesi’nin huzur veren atmosferinde, dervişlerin sema gösterilerini izlemek, insanın ruhunda derin bir dinginlik yaratıyordu. Müzenin avlusundaki gül bahçesinde oturup, Mevlana’nın felsefesinden yola çıkarak yaşamın anlamı üzerine sohbet ettik Ali ile. “Aşk ile gelen, aşk ile gider,” diye mırıldandı Ali, gözleri uzaklara dalmış bir şekilde. Konya’nın o engin bozkırları, adeta Mevlana’nın hoşgörü ve sevgi dolu mesajını taşıyordu her zerresinde. Bu şehir, sadece tarihi ve kültürel zenginlikleriyle değil, aynı zamanda sunduğu manevi huzurla da insanı kendine çekiyordu.
Ardından, Türkiye’nin kalabalık ve hareketli metropollerinden biri olan İstanbul’a doğru yola çıktık. Boğaz’ın iki yakasını birleştiren bu eşsiz şehir, Doğu ile Batı’nın, tarih ile modernliğin iç içe geçtiği büyülü bir coğrafyaydı. Ayasofya’nın ihtişamı, Sultanahmet Camii’nin minarelerinin gökyüzüne uzanışı, Topkapı Sarayı’nın duvarlarında yankılanan imparatorluk hikayeleri… Her biri, ayrı birer destandı. Ali ile birlikte Kapalıçarşı’nın labirent gibi sokaklarında kaybolduk. El sanatlarının en nadide örneklerinin sergilendiği bu tarihi çarşıda, her bir dükkan ayrı bir hazineydi. Baharat kokuları, gümüşün ışıltısı, rengarenk kumaşlar… Duyularımıza hitap eden her şey, bizi adeta büyülemişti. “Burası sadece bir alışveriş merkezi değil, aynı zamanda bir kültür müzesi,” dedi Ali, elindeki antika bir bakır işlemeyi incelerken. İstanbul’un en büyük AVM’si olmasa da, Kapalıçarşı, sunduğu tarihi doku ve sunduğu deneyimle, ziyaretçilerine unutulmaz anlar yaşatıyordu.
İstanbul’un tarihi yarımadasındaki büyüleyici atmosferin ardından, rotamızı Karadeniz’in yemyeşil yaylalarına çevirdik. Rize’nin Fırtına Vadisi’nde, bulutların üzerinde yürüyormuş hissi veren yaylalarda, doğanın tüm cömertliğini gözler önüne serdik. Yemyeşil çay tarlaları, coşkun akan dereler, ahşap evler ve misafirperver insanlar… Karadeniz’in o eşsiz doğası, insanın ruhunu dinlendiriyordu. Ali ile birlikte, yerel halkın ev sahipliğinde tadına doyulmaz bir Karadeniz kahvaltısı yaptık. Mısır ekmeğinin, tereyağının, balın ve peynirin eşsiz uyumu, damaklarımızda unutulmaz bir lezzet bırakmıştı. Yükseklerdeki serin hava, ciğerlerimize dolarken, etrafımızı saran kuş sesleri ve derelerin şırıltısı, adeta bir senfoni oluşturuyordu. Bu topraklarda yaşayan insanların, doğayla iç içe, sade ama bir o kadar da zengin yaşam biçimleri, bize modern dünyanın karmaşasından uzaklaşma fırsatı sundu.
Türkiye’nin en güzel yerleri sadece bunlarla sınırlı değildi elbette. Akdeniz’in turkuaz sularında, Ege’nin masmavi koylarında, Doğu Anadolu’nun heybetli dağlarında keşfedilmeyi bekleyen sayısız güzellik vardı. Her bir bölge, kendine özgü kültürü, tarihi ve doğasıyla, ziyaretçilerine farklı bir deneyim sunuyordu. Antalya’nın tarihi Kaleiçi’nde dolaşırken, Roma döneminden kalma yapıların arasında kaybolmak, Bodrum’un hareketli gece hayatında Ege esintisini hissetmek, Gaziantep’in tarihi çarşılarında lezzetli kebapların tadına bakmak… Hepsi, Türkiye’nin sunduğu zenginliklerin sadece birkaçıydı.
Bu yolculuk, sadece coğrafi bir keşif değil, aynı zamanda kendi içimize yaptığımız bir yolculuktu. Türkiye’nin birbirinden güzel yerlerinde, farklı kültürlerle tanışırken, kendi köklerimizin derinliğini de hissettik. Ali ile birlikte, bu topraklarda yaşayan insanların misafirperverliği, sıcaklığı ve samimiyeti karşısında defalarca etkilendik. Her sohbet, her gülüş, her paylaşılan lokma, bu yolculuğun anlamını daha da derinleştirdi. Türkiye, sadece doğal güzellikleriyle değil, aynı zamanda insanıyla da büyüleyen bir ülke.
Güneşin batmaya yüz tuttuğu o akşam, Kapadokya’nın o eşsiz manzarasına tepeden bakan bir tepede oturmuş, yolculuğumuzun sonuna gelmenin hüznünü yaşıyorduk. Gökyüzü, turuncunun ve kırmızının en güzel tonlarıyla boyanmıştı. Peri bacaları, bu muhteşem gün batımının fonunda, adeta silüetlerini daha da belirginleştiriyordu. Ali, elindeki kadehi kaldırıp, “Bu yolculuk, sadece bir başlangıçtı,” dedi. Gözlerinde, Türkiye’nin henüz keşfedilmeyi bekleyen diğer güzelliklerine duyduğu özlemi görüyordum. Ben de aynı hisleri paylaşıyordum. Bu toprakların her köşesi, anlatılmayı bekleyen bir hikaye, yaşanmayı bekleyen bir macera sunuyordu. Türkiye, sadece bir ülke değil, aynı zamanda sonsuz bir ilham kaynağıydı.
