Toplantı Deliliği: Kurumsal Hayatın Gizli Zaman Hırsızı ve Çalışan Refahının Katili mi?

14 Dak Okuma

Kurumsal dünyanın vazgeçilmez, hatta kutsanmış ritüellerinden biri olan toplantılar, hepimizin takvimini esir almış durumda. Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan, öğle yemeği arasına zor sığan, akşam paydosu yaklaştığında bile peşinizi bırakmayan bu bitmek bilmez döngüye hepimiz aşinayız. Peki, bu modern zaman ayini gerçekten de verimliliğin ve ilerlemenin anahtarı mı, yoksa çalışan refahı üzerinde yıkıcı etkileri olan devasa bir zaman yutucu mu?

Bir organizasyonda nefes alıp veren herkes bilir ki, toplantılar çılgın bir hızla birbirini takip eder. Yöneticilerin haftada ortalama 23 saatini bu kutsal oturumlarda geçirdiği düşünülürse, aslında işin asıl kısmını ne zaman yaptıklarını sorgulamak kaçınılmaz hale geliyor. Daha da ironik olanı, bu saatlerin büyük bir kısmının düşük değerli, hatta tamamen ters etki yaratan faaliyetler olarak görülmesidir. Gelin, bu paradoksun derinliklerine inelim ve bu toplantı çılgınlığının ardındaki gerçekleri bir parça alaycı bir dille masaya yatıralım.

Toplantı Maratonu: Verimliliğin Yeni Düşmanı mı?

Ah, o bitmek bilmeyen toplantı maratonları! Takviminizdeki her boşluğu bir anda dolduran, sanki bir kara delik gibi zamanınızı emen bu etkinlikler, çoğu zaman bir verimlilik illüzyonundan ibaret. Bir saatlik bir toplantı, sadece o bir saatten ibaret değildir; öncesindeki hazırlık, sonrasındaki toparlanma ve en önemlisi, kesintiye uğrayan odaklanma süresiyle birlikte çok daha büyük bir maliyeti vardır.

Ortalama bir çalışanın derinlemesine bir işe odaklanmak için en az 20 dakika kesintisiz zamana ihtiyacı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmışken, peş peşe dizilen toplantılar bu ‘derin iş’ kavramını bir ütopya haline getiriyor. Sabah bir proje toplantısı, öğlen bir strateji toplantısı, öğleden sonra bir ekip senkronizasyonu derken, günün sonunda elimizde kalan sadece yorgun bir zihin ve tamamlanmamış bir ‘yapılacaklar’ listesi oluyor.

Peki ya o meşhur ‘multitasking’ (çoklu görev) efsanesi? Toplantıda bir yandan not alırken, bir yandan e-postalara göz gezdirirken, bir yandan da aslında yapmanız gereken asıl işi düşünmek… Bu, verimlilik değil, bilişsel bir cambazlık gösterisidir ve çoğu zaman hiçbir görevi tam anlamıyla yerine getirememekle sonuçlanır. Toplantılar, gerçek işi yapma zamanından çalan, gizli bir hırsız gibidir.

Bu sürekli kesintiler, çalışanların zihinsel akışını bozar ve konsantrasyonlarını dağıtır. Bir konudan diğerine atlamak, beynimiz için yorucu bir egzersizdir ve her geçişte enerji kaybederiz. Sonuç? Günün sonunda bitkin düşmüş, ancak somut bir çıktı üretememiş çalışanlar ve ‘bugün ne yaptım ki?’ sorusuyla baş başa kalan bir ruh hali.

Elbette, herkesin katılımının zorunlu olduğu, ancak aslında sadece birkaç kişinin aktif rol aldığı toplantıları da unutmamak gerekir. Diğerleri orada sadece ‘bulunsun’ diye oturan, içten içe zamanının boşa gittiğini hisseden figüranlardır. Bu durum, sadece zaman kaybı değil, aynı zamanda motivasyon kırıcı bir etkiye de sahiptir.

Bir organizasyonun en değerli kaynağı olan zaman, toplantıların bitmek bilmeyen dehlizlerinde kaybolup giderken, gerçek inovasyon ve yaratıcılık için ayrılması gereken alan daralır. Verimlilik adına yapılan bu toplantılar, Ironik bir şekilde, verimliliğin önündeki en büyük engellerden biri haline gelmiştir.

Beyin Fırtınası Değil, Beyin Ergimesi: Toplantıların Bilişsel Yükü

Adına ‘beyin fırtınası’ denen oturumlar, çoğu zaman bir ‘beyin ergimesi’ne dönüşür. Saatler süren tartışmalar, aynı konuların defalarca dile getirilmesi, bazen de hiçbir somut sonuca varılamaması… Bu süreç, katılımcıların zihinsel enerjisini sömürür ve yaratıcılıklarını değil, tükenmişliklerini artırır.

Uzun toplantılar, özellikle de sanal ortamlarda yapıldığında, bilişsel yükü katlar. Sürekli ekrana bakmak, kendi görüntünüzü izlemek (ya da izlemediğinizi ummak), beden dilinizi kontrol etmek ve aynı zamanda söylenenleri takip etmeye çalışmak… Tüm bunlar, beynimiz için ağır bir yüktür ve ‘Zoom yorgunluğu’ adı verilen yeni bir sendroma yol açmıştır.

Herkesin bir şeyler söyleme zorunluluğu hissettiği veya sadece yöneticinin monologuna maruz kalındığı toplantılar, gerçek bir fikir alışverişinden çok uzaktır. Bu durum, katılımcıların pasifleşmesine, zihinsel olarak toplantıdan kopmasına ve aslında orada olmasalar da aynı sonuca ulaşılacağına dair inancın pekişmesine neden olur.

Bilişsel olarak bu kadar yorucu bir ortamda, yaratıcı çözümler üretmek veya karmaşık sorunlara odaklanmak imkansıza yakın hale gelir. Beyinlerimiz, sürekli alarm halinde ve bilgiyi işlemekle meşgulken, ‘düşünmek’ için gerekli olan o sakin ve derin alanı bulamaz.

Üstelik, toplantıların sıklığı ve uzunluğu, çalışanların kendi işlerini planlama ve önceliklendirme yeteneklerini de olumsuz etkiler. Gündem sürekli değişir, acil durumlar yaratılır ve çalışanlar, kendi ajandalarını değil, toplantı takvimlerini takip etmek zorunda kalırlar. Bu da, kontrol kaybı hissine ve dolayısıyla strese yol açar.

Kısacası, toplantılar adı altında yapılan bu bilişsel jimnastik seansları, çoğu zaman faydadan çok zarar getirir. Yaratıcılığı öldürür, odaklanmayı dağıtır ve çalışanların beynini gereksiz bilgilerle doldurarak gerçek anlamda düşünme kapasitelerini sınırlar. Bir an önce bu ‘beyin ergimesi’ modundan çıkıp, daha verimli yöntemlere yönelmek şarttır.

Karar Mekanizması mı, Oyalama Taktiği mi?

Birçok toplantının temel amacı karar almak olsa da, gerçekte çoğu zaman bir oyalama taktiğinden öteye geçemez. Saatler süren tartışmaların ardından, ‘bir sonraki toplantıda tekrar ele alalım’ cümlesiyle noktalanan oturumlar, artık kurumsal folklorumuzun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu durum, sadece zaman kaybı değil, aynı zamanda organizasyonel bir sinir bozucu durumdur.

Gündemi belirsiz, amacı muğlak toplantılar, adeta bir girdap gibidir. Başlangıçta neyin konuşulacağı tam olarak bilinmez, sonunda ise neye karar verildiği genellikle unutulur. Bu tür toplantılar, kararsızlığı maskelemek veya sorumluluğu dağıtmak için kullanılan bir araç haline gelir ve gerçek ilerlemeyi engeller.

Bazen de toplantılar, aslında tek bir kişinin alabileceği bir kararı, ‘demokratik bir süreç’ adı altında tüm ekibe yaymak için kullanılır. Bu, hem yöneticinin liderlik vasıflarını sorgulatır hem de katılımcıların zamanını gereksiz yere harcar. Herkesin fikrini almak değerli olsa da, her kararın bir komite tarafından onaylanması gerekmez.

Toplantıların bir diğer ironik yönü de, kararların alınmasından ziyade, mevcut sorunları tekrar etme platformu haline gelmesidir. ‘Bu sorun geçen ay da konuşulmuştu, yine mi aynı yerdeyiz?’ sorusu, birçok çalışanın zihninde yankılanır durur. Bu kısır döngü, motivasyonu düşürür ve ‘ne yapsak boş’ hissiyatını körükler.

Karar alma süreçlerinin uzaması, pazar fırsatlarının kaçırılmasına, proje teslim tarihlerinin aksamasına ve genel olarak organizasyonun çevikliğini kaybetmesine neden olur. Toplantıların bir karar mekanizmasından çok, bir ‘karar erteleme’ mekanizmasına dönüşmesi, kurumsal büyümeyi baltalayan ciddi bir sorundur.

Öyleyse, bir sonraki toplantıya davet edildiğinizde, kendinize şu soruyu sorun: Bu toplantıda somut bir karar alınacak mı, yoksa sadece zaman mı öldürülecek? Belki de bu basit soru, toplantı kültürümüzü bir nebze olsun iyileştirmeye yardımcı olabilir.

Çalışan Refahı ve Toplantı Çıkmazı: Tükenmişliğe Giden Yol

Toplantıların bitmek bilmeyen döngüsü, sadece verimliliği değil, aynı zamanda çalışan refahını da derinden etkiler. Takvimlerin kırmızıyla dolup taşması, çalışanlarda kontrol kaybı, stres ve anksiyete gibi ciddi sorunlara yol açar. Kişisel zamanın işgal edilmesi, iş-yaşam dengesini altüst eder ve tükenmişlik sendromuna giden yolu döşer.

Bir çalışanın gününü kendi öncelikleri doğrultusunda planlayamaması, sürekli olarak başkalarının ajandalarına göre hareket etmek zorunda kalması, zamanla motivasyonunu kaybetmesine neden olur. Kendi işini yapmaya fırsat bulamayan, sürekli bir toplantıdan diğerine koşan bir birey, kendini değerli hissetmekte zorlanır.

Toplantıların yoğunluğu, çalışanların aileleriyle veya kişisel ilgi alanlarıyla geçirebilecekleri zamanı da çalar. Akşam yemeği saatinde veya hafta sonu gelen ‘acil’ toplantı davetleri, özel hayatın sınırlarını ihlal eder ve bireylerin dinlenmesini, yenilenmesini engeller. Bu durum, uzun vadede ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir.

Kurumların bir yandan ‘çalışan refahı’ ve ‘iş-yaşam dengesi’ üzerine seminerler düzenlerken, diğer yandan çalışanlarını bitmek bilmeyen toplantı maratonlarına mahkum etmesi, tam bir ironidir. Bu çelişki, çalışanların kuruma olan güvenini sarsar ve ‘sadece lafta kalan’ uygulamalar olarak algılanır.

Sürekli olarak bir ‘performans’ sergileme baskısı altında olmak da cabası. Kameranın açık olduğu sanal toplantılarda, herkesin en iyi halini sergilemesi beklenir. Bu da, doğal olmaktan uzak, yapay bir iletişim ortamı yaratır ve çalışanların üzerindeki baskıyı artırır.

Özetle, toplantı çılgınlığı, çalışanların zihinsel ve fiziksel sağlığını tehdit eden, onların motivasyonunu düşüren ve sonuçta kurumsal performansa da olumsuz yansıyan bir ‘refah katili’dir. Bu durumu görmezden gelmek, uzun vadede çok daha büyük maliyetlere yol açacaktır.

Sanal Toplantılar: Kurtarıcı mı, Yoksa Yeni Bir İşkence Metodu mu?

Pandemi ile birlikte hayatımıza giren ve hızla standart haline gelen sanal toplantılar, başlangıçta bir kurtarıcı gibi görünse de, kısa sürede yeni bir işkence metoduna dönüştü. Fiziksel mekanların ortadan kalkmasıyla birlikte, toplantı yapma ‘kolaylığı’ arttı ve bu da toplantı sayısının ve süresinin katlanarak artmasına neden oldu.

Artık evinizin oturma odasından veya mutfağından bile toplantılara katılmak mümkün. Ancak bu ‘kolaylık’, iş ve özel yaşam arasındaki sınırları tamamen belirsizleştirdi. Gecenin bir yarısı veya hafta sonu gelen ‘sadece 15 dakikalık’ toplantı davetleri, kişisel alanın tam anlamıyla ihlal edilmesi anlamına gelmeye başladı.

Sanal toplantıların getirdiği teknik aksaklıklar, donma sorunları, ses kesintileri ve ‘beni duyabiliyor musun?’ anları, zaten gergin olan ortamı daha da gerer. Bir de üzerine, mikrofonunu açık unutan bir meslektaşın çocuk sesi ya da evcil hayvan gürültüsü eklenince, işler iyice karmaşıklaşır.

Kameranın sürekli açık olma zorunluluğu, çalışanlar üzerinde ek bir baskı yaratır. Her zaman ‘hazır’ ve ‘sunulabilir’ olmak, doğal bir ortamda bulunmaktan çok, bir sahne performansına dönüşür. Bu durum, özellikle içe dönük bireyler için oldukça yorucu ve streslidir.

Sanal toplantılar, beden dilinin tam olarak anlaşılamaması, spontane etkileşimin azalması ve enerji transferinin zorlaşması gibi iletişim engellerini de beraberinde getirir. Bu da, yanlış anlaşılmalara, iletişimsizliğe ve sonuçta daha fazla toplantı yapma ihtiyacına yol açar.

Özetle, sanal toplantılar, doğru kullanıldığında verimli bir araç olabilir. Ancak mevcut haliyle, çoğu zaman bir kurtarıcıdan ziyade, çalışanların zihinsel yükünü artıran ve iş-yaşam dengesini bozan yeni bir ‘işkence metodu’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda acilen bir öz eleştiri yapılması gerekmektedir.

Toplantı Kültürünü Sorgulamak: Bir Devrim Vakti Gelmedi mi?

Tüm bu gözlemler ve ironik eleştiriler ışığında, kurumsal toplantı kültürümüzü kökten sorgulamanın ve belki de küçük bir devrim yapmanın vakti gelmedi mi? Artık ‘toplantı yapmak’ bir refleks olmaktan çıkmalı, gerçekten gerekli olup olmadığı her seferinde titizlikle değerlendirilmelidir. Her sorunun cevabı bir toplantı değildir, bazen sadece bir e-posta, bir anlık mesaj veya kısa bir telefon görüşmesi yeterli olabilir.

Öncelikle, bir toplantı planlamadan önce kendimize sormamız gereken ilk soru şudur: Bu toplantı gerçekten gerekli mi? Amacı ne? Kimin katılımı zorunlu? Eğer bu sorulara net ve tatmin edici cevaplar verilemiyorsa, o toplantıyı iptal etmek, ertelemek veya alternatif bir iletişim yöntemi bulmak en doğrusudur. Zaman, en değerli varlığımızdır ve onu kolayca harcamamalıyız.

Toplantıların gündemi net olmalı ve her maddenin belirli bir zaman dilimi içinde ele alınması sağlanmalıdır. Gündemi olmayan veya ‘her şeyi konuşuruz’ mantığıyla yapılan toplantılar, sadece zaman kaybına yol açar. Ayrıca, sadece ilgili kişilerin katılımı sağlanmalı, diğerleri gereksiz yere meşgul edilmemelidir. Herkesin her toplantıda olması gerektiği yanılgısından kurtulmalıyız.

Toplantı süreleri konusunda da radikal değişikliklere gitmek şart. Yarım saatlik bir toplantı, genellikle bir saatlik bir toplantıdan daha verimli olabilir, çünkü herkes daha odaklanmış ve zamanı daha iyi kullanmaya teşvik edilir. ‘Parkinson Yasası’nı unutmayalım: Bir iş, kendisine ayrılan süreyi dolduracak şekilde genişler. Bu, toplantılar için de geçerlidir.

Toplantı sonrası aksiyon maddelerinin ve sorumlulukların net bir şekilde belirlenmesi ve takip edilmesi, toplantıların somut sonuçlar doğurmasını sağlar. Aksi takdirde, alınan kararlar havada kalır ve bir sonraki toplantıda aynı konuların tekrar konuşulmasına neden olur. Bir toplantıdan çıkan somut çıktılar yoksa, o toplantı büyük olasılıkla boşa gitmiştir.

Unutmayalım ki, çalışanların refahı, verimliliği ve motivasyonu, onların zamanına ve odaklanma kapasitesine duyulan saygıdan geçer. Toplantıların bir amaç değil, bir araç olduğunu hatırlayarak, daha bilinçli ve stratejik bir yaklaşım benimsemek, hem bireysel hem de kurumsal başarı için hayati önem taşır. Belki de ‘toplantı yapmama’ kültürü, yeni ‘verimlilik kültürü’müz haline gelebilir.

Kurumsal dünyada zamanın en değerli meta olduğunu artık hepimiz kabul etmeliyiz. Takvimlerimizi dolduran, zihnimizi yoran ve çoğu zaman somut bir fayda sağlamayan toplantıların esaretinden kurtulmak, sadece daha mutlu çalışanlar değil, aynı zamanda daha üretken ve yenilikçi bir iş ortamı yaratacaktır. Her birimiz, bir sonraki toplantı davetini kabul etmeden önce, ‘bu gerçekten gerekli mi?’ sorusunu cesurca sormayı alışkanlık haline getirerek bu değişimin bir parçası olabiliriz. Unutmayın, gerçek iş, genellikle toplantı odasının dışında, derinlemesine odaklanma ve kesintisiz yaratıcılık anlarında yapılır.

Bu Makaleyi Paylaşın
İleVera
Vera, dünyanın absürtlüğüne gülmekten başka çare bırakmayan kadın. Popüler kültürü, trendleri, sosyal medya ritüellerini, hatta kendi neslini bile öyle bir alayla yazar ki, önce kahkaha atarsınız, sonra birden aynaya bakıp “Dur bir dakika…” dersiniz. Keskin, hızlı, acımasız ama bir o kadar da zeki. Hiçbir şey kutsal değildir onun gözünde; Netflix dizilerinden bienallere, influencerlardan politikacılara kadar herkes sırayla iğnelenir. Yazılarında zehir gibi bir mizah vardır ama bu mizah asla ucuz değildir; her satirik cümlesinin altında ince bir gözlem, derin bir kültür birikimi yatar. Vera’yı okurken hem eğlenir, hem biraz utanır, hem de “Keşke ben de bu kadar iyi laf sokabilsem” diye iç geçirirsiniz.
Yorum yapılmamış