Kimse Okumadığı İçin Yazılmamış Mektuplar: Ruhun Sessiz Fısıltıları

10 Dak Okuma

Eski bir evin tavan arasında, zamanın ve tozun örttüğü anıların arasında, loş ışığın dans ettiği bir köşede, yaşlı bir adam oturuyordu. Dizlerinin üzerinde buruşuk, sararmış bir kağıt parçası vardı; ancak kalemi elinde donmuş, boşluğa bakıyordu. Gözlerinde derin bir okyanusun yansıması, yaşanmışlıkların ve belki de yaşanmamışlıkların ağırlığı vardı. Bu kağıt, binlerce kelimenin, yüzlerce cümlenin, sayısız duygunun sessiz mezarı olabilirdi. Ama boştu. Tıpkı ruhunun derinliklerinde yankılanan, hiç kimseye ulaşmamış, hiç dile getirilmemiş, kimse okumadığı için yazılmamış mektuplar gibi.

Yazılmamış Mektupların Gölgesi

Her birimizin içinde, bazen farkında bile olmadığımız, sessizce büyüyen bir yığın mektup vardır. Bunlar, bir zamanlar söylenmek istenen ancak cesaret edilemeyen sözler, affedilmek istenen ama dile getirilemeyen hatalar, teşekkür edilmek istenen ama fırsatı bulunamayan iyilikler, itiraf edilmek istenen ama korkulan aşklar, hatta kendi kendimize bile tam olarak açıklayamadığımız düşüncelerdir. Onlar, ruhumuzun derinliklerinde biriken, kâğıda dökülmeyi bekleyen, ancak mürekkebi hiç akmamış, gönderilmemiş mektuplardır. Belki bir dostluğun sonuna konulacak bir virgül, belki bir veda busesi, belki de hiç beklenmeyen bir hoş geldin nidâsı. Ama hepsi, yazılmamış olmanın acı tatlı ağırlığını taşır.

Bu mektupların varlığı, çoğu zaman bizde bir boşluk hissi yaratır. Sanki önemli bir parça eksikmiş gibi. Onlar, geçmişin hayaletleri gibi bizi takip eder, pişmanlıkların fısıltılarıyla uykumuzu kaçırır. Yaşlı adamın elindeki boş kağıt, aslında bu evrensel durumu temsil ediyordu. O an, yüzünde beliren hüzün, sadece kendi yazılmamış mektuplarının değil, insanlığın ortak bir yükünün ifadesiydi. Kimse okumadığı için yazılmamış mektuplar, aslında kimsenin duymadığı, kimsenin görmediği, kimsenin varlığını bilmediği ama varoluşumuzun temel bir parçası olan içsel bir monologdur.

Bu mektuplar, sadece başkalarına yönelik değildir; bazen en acımasız ve en dürüst mektuplar, kendi benliğimize yazılmayı bekleyenlerdir. Kendimize itiraf edemediğimiz korkularımız, kabullenemediğimiz zaaflarımız, ertelediğimiz hayallerimiz… Bunlar da yazılmamış mektuplar denizinin bir parçasıdır. Her bir kelime, her bir cümle, içimizde bir yankı bulmak için can atar, ancak çoğu zaman o yankı, sessizliğin derinliklerinde kaybolur gider.

Sözlerin Zincirlendiği Yer

Peki, neden bu kadar çok mektup yazılmadan kalır? Neden sözler, mürekkeple kağıt arasına değil de, ruhun karanlık kuyularına hapsolur? Cevaplar karmaşık ve çok katmanlıdır. En başta, korku yatar. Reddedilme korkusu, yanlış anlaşılma korkusu, yargılanma korkusu. Bir sevgilinin kalbini kırmaktan, bir arkadaşın hayal kırıklığına uğramasına neden olmaktan veya bir aile üyesini incitmekten çekiniriz. Bu korkular, kelimelerimizi boğazımızda düğümleyen görünmez zincirler gibidir.

Bir zamanlar, genç bir ressamın hikayesini duymuştum. En derin ilhamlarını, en karanlık düşüncelerini, en çıplak duygularını tuvaline dökmek istiyordu. Ancak her fırça darbesinden önce, eserinin beğenilmemesi, anlaşılamaması hatta alay konusu olması ihtimali onu felç ediyordu. Sanatçı ruhu, en otantik ifadesini bulmak için çırpınırken, zihni sürekli “kimse anlamaz,” “kimse beğenmez,” “kimse umursamaz” diye fısıldıyordu. Tuvali boş kaldı, tıpkı yaşlı adamın kağıdı gibi. O, yazılmamış bir resim, çizilmemiş bir mektuptu.

Bazen de, alıcı yoktur. Bir yakınımızı kaybetmişizdir ve ona söylemek istediğimiz son sözler, sonsuzluğun derinliklerine karışmıştır. Kimi zaman da, karşımızdaki kişinin bizi dinleyecek sabrı, anlayacak kapasitesi veya umursayacak gönlü olmadığına inanırız. Bu inanç, kelimelerin dudaklarımızdan dökülmeden önce ölmesine neden olur. Bir annenin, çocukluğunda babasına söyleyemediği özlemi, bir çocuğun, annesine hiç ifade edemediği sevgisi… Bunlar, zamanla birer hayalete dönüşür, içimizde yankılanan ama asla duyulmayan bir ağıt gibi.

Toplumsal normlar ve beklentiler de bu zincirlerin bir parçasıdır. Erkeklerin duygularını ifade etmesinin “zayıflık” olarak görüldüğü, kadınların “aşırı duygusal” etiketinden çekindiği bir dünyada, iç seslerimizi susturmak daha güvenli bir seçenek gibi gelir. “Ne derler?” sorusu, birçok samimi itirafın, birçok içten teşekkürün, birçok cesur adımın önünde bir duvar gibi yükselir. Bu duvarın ardında, yazılmamış mektuplar yığılır, her biri kendi hikayesiyle, kendi bekleyişiyle.

İç Sesin Yankısı: Kim İşe Yarar Ki?

Bu sessizliğin en acı verici yanlarından biri de, içimizdeki sesin zamanla kendi varlığını sorgulamaya başlamasıdır: “Kim işe yarar ki? Kimin umurunda ki benim hissettiklerim?” Bu soruyu sormaya başladığımızda, kelimelerimiz sadece başkaları için değil, kendimiz için de anlamını yitirmeye başlar. Kendi iç dünyamızı, kendi duygusal zenginliğimizi küçümsemeye, değersizleştirmeye başlarız. Bu, ruhun kendi içindeki en büyük ihanetidir.

Bir genç kadın, yıllarca hayran olduğu bir yazara, onun eserlerinin hayatını nasıl değiştirdiğini anlatan bir mektup yazmayı düşündü. Kelimeler zihninde bir şelale gibi akıyordu. Ancak her seferinde, “O kadar çok hayranı var ki, benim mektubum onun için ne ifade eder ki?” “Sadece bir başka hayran mektubu olur, belki hiç okunmaz bile” gibi düşüncelerle kalemini bıraktı. Yazar asla o mektubu okuyamadı, genç kadın da o eşsiz bağın, o minnetin ifade edilmemiş olmasının yükünü taşıdı. Bu, sadece bir yazar-okur ilişkisi değil, insanlığın ortak bir yarasıdır: Değerli olduğumuza, sesimizin önemli olduğuna inanmaktan vazgeçmek.

Bu durum, aynı zamanda psikolojik bir savunma mekanizması da olabilir. Duygusal acıdan kaçınmak için kendimizi ifade etmekten alıkoyarız. Travmatik bir deneyim yaşamış bir kişi, o anları kelimelere dökmekten kaçınabilir, çünkü bu, acıyı yeniden yaşamak anlamına gelebilir. Ancak bu kaçınma, acının içimizde daha da derinlere kök salmasına neden olur. Yazılmamış mektuplar, böyle durumlarda, birer kapalı yara gibidir; görünmezler ama içten içe kanamaya devam ederler.

İletişimin olmadığı yerde, yanlış anlaşılmalar ve varsayımlar yeşerir. Söylenmeyenler, söylenenlerden daha fazla boşluk bırakır. Bir ilişkide, partnerler birbirlerine söylemekten çekindikleri şeyler yüzünden aralarına görünmez duvarlar örerler. Herkes kendi yazılmamış mektuplarının ağırlığı altında ezilirken, karşıdakinin de benzer bir yük taşıdığını fark etmez. Bu durum, yalnızlık hissini daha da derinleştirir, çünkü en yakınımızdaki insanlara bile gerçek benliğimizi açmaktan çekiniriz.

Kâğıda Dökülen Sessizlik

Yaşlı adamın gözleri, tavan arasının tozlu camından sızan soluk ışığa takıldı. Bir an için, zihninde canlanan tüm o yazılmamış mektuplar, havada asılı duran toz zerrecikleri gibi dans etmeye başladı. Bir anlık bir farkındalıkla, elindeki boş kağıdın sadece bir bitiş değil, aynı zamanda bir başlangıç olabileceğini hissetti. Belki de bu mektupları yazmak, birine göndermek için değil, sadece yazmak için, o sessizliği kâğıda dökmek için gerekliydi.

Yazmak, bir nevi terapi gibidir. Duyguları, düşünceleri, anıları somut bir şeye dönüştürmek, onlara bir şekil vermek, onları içimizden dışarı çıkarmaktır. Bir mektubu yazmak, hatta göndermeyecek olsak bile, o kelimeleri zihnimizden kalbimize, oradan da parmak uçlarımıza taşıyarak, onlara bir varoluş kazandırmaktır. Bu eylem, içsel bir boşaltım, bir arınma ritüeli olabilir. Sanki o mektuplar, içimizdeki birikmiş su gibi, bir tahliye kanalına ihtiyaç duyarlar ve yazmak, o kanalı açmaktır.

Psikologlar, günlük tutmanın veya ‘duygusal yazma’ pratiğinin, zihinsel sağlığımız üzerindeki olumlu etkilerini sıkça vurgular. Kendimize yazdığımız mektuplar, kimsenin okumadığı günlük sayfaları, iç dünyamızın en mahrem köşelerine yapılan bir yolculuktur. Bu yolculukta, kendimizi daha iyi tanır, duygularımızın kökenlerini anlar, belki de affedemediğimiz şeyleri affederiz; kendimizi veya başkalarını. Yazmak, bizi dinleyen, yargılamayan, sadece var olan bir dost gibidir.

Bu pratiğin gücü, kelimelerin kendisindedir. Kelimeler, sadece iletişim araçları değildir; aynı zamanda düşüncelerimizi organize etmemize, karmaşık duyguları basitleştirmemize ve içsel çatışmaları çözmemize yardımcı olan yapılar sunar. Yazılmamış bir mektubu kâğıda dökmek, o mektubun içeriğini zihnimizden çıkarıp, gözümüzle görebileceğimiz, elle tutabileceğimiz bir forma sokmaktır. Bu, o duygunun veya düşüncenin üzerimizdeki kontrolünü azaltır, çünkü artık o, bizim içimizde gizli bir yük değil, dışarıda var olan bir nesnedir.

Yazmak: Kendine Bir Armağan

Yaşlı adam yavaşça kalemi eline aldı. Mürekkebin ucu, boş kağıda dokundu ve ilk kelime, titrek ama kararlı bir şekilde belirdi: “Sevgili Ben…” Bu, ne bir sevgiliye, ne bir dosta, ne de bir düşmana yazılan bir mektuptu. Bu, yılların, pişmanlıkların, unutulmuş anların, dile getirilmemiş hayallerin biriktirdiği ‘kendi’ne yazılan bir mektuptu. O an, tavan arasının tozlu havası bile sanki hafiflemiş, zamanın ağırlığı azalmıştı. Her bir kelime, her bir cümle, içindeki bir kapıyı aralıyordu. Yazılmamış mektuplar, yavaş yavaş yazılan mektuplara dönüşüyordu.

Bu, sadece bir eylem değil, bir devrimdi. Kendi iç dünyamızı onurlandırma, kendi sesimize değer verme devrimi. Kimse okumasa bile, o kelimelerin var olması, onların bir anlam ifade etmesi yeterliydi. Çünkü o kelimeler, bizim varoluşumuzun bir kanıtıydı. Onlar, bizim hikayemizdi, bizim gerçeğimizdi.

Belki de en önemli ders şuydu: Yazılmamış mektuplar, sadece kaybolmuş fırsatlar değildir; onlar aynı zamanda, kendimizi keşfetmemiz, kendimizle yüzleşmemiz ve kendimizi iyileştirmemiz için birer davetiyedir. Onları yazmak, başkaları için değil, kendimiz için bir armağandır. Ruhumuzun derinliklerinde yankılanan o sessiz fısıltılara kulak vermek, onlara bir ses vermek, onlara bir varlık kazandırmak. İşte bu, en büyük cesaret ve en büyük özgürlüktür.

Yaşlı adamın kalemi, kağıt üzerinde dans etmeye devam etti. Tavan arasının loş ışığında, mürekkebin kokusu, eski kağıdın kokusuyla karışıyor, zamanın ve sessizliğin üzerinde yeni bir hikaye yazılıyordu. Bu hikaye, belki hiç kimse tarafından okunmayacaktı, ama yazılıyordu. Ve bu, her şeyden önemliydi. Çünkü yazılmamış mektuplar, ruhun zincirleriydi; yazılanlar ise, kanatları.

Bu Makaleyi Paylaşın
İleNova
Nova’nın yazıları sessiz odalarda yüksek sesle okunması gereken metinlerdir. Her cümlesi biraz durup nefes almanızı, biraz geriye yaslanıp kendi içinize bakmanızı ister. Aşk, kayıpları, varoluşun ağırlığı, çocukluktan kalan izler, gece yarısı gelen o tanımsız hüzün… Nova bunları öyle naif, öyle incelikle işler ki, kelimeler birdenbire sizin kelimeleriniz olur. Şiirsel ama asla yapay değil; duygusal ama asla ağlak değil. Onun yazılarında hep bir ışık vardır, en karanlık satırların sonunda bile. Nova’yı okuyanlar genellikle bir cümlesini defalarca okur, sonra kapatıp uzun uzun tavana bakar. Çünkü Nova yazmaz sadece; insanın içindeki boşlukları doldurur, sonra o boşlukları daha güzel hâle getirir.
Yorum yapılmamış