Eğer Tek Bir Şey Söyleyebilseydim: İnsancıklar, Bir Durup Düşünün Bi’ Zahmet!

7 Dak Okuma

Sevgili okur, hayat denen bu acayip yolculukta bazen durup şöyle bir soluklanıp, “Ya arkadaş, bu neyin kafası?” diye sormuyor muyuz? Ben soruyorum valla. Özellikle de şu sosyal medyadaki ‘mükemmel’ hayatları, ‘kusursuz’ ilişkileri ve ‘her daim mutlu’ insanları gördükçe, insanın aklına ister istemez şu soru düşüyor: Eğer bir süper gücüm olsaydı ve insanlığa tek bir şey söyleyebilseydim, bu ne olurdu?

Hayat Bir Dizi Değil, O Kadar Da Slow Motion Yok

Şimdi düşünelim. Tek bir cümle. Tek bir mesaj. Hani böyle filmlerde olur ya, kahraman son anda her şeyi çözen o altın nasihati patlatır. İşte ben de öyle bir şey bulmaya çalıştım. İlk aklıma gelen, “Rahat olun lan, o kadar da dert değil!” oldu. Ama durdum, kendime geldim. Bu biraz fazla umursamaz kaçar, değil mi? Benim tarzım değil. Benim tarzım, iğneleyici ama samimi, biraz güldüren ama düşündüren. Hani böyle, “Ya evet, tam da bunu diyordum!” dedirtecek cinsten.

Sonra düşündüm, en çok neye takılıyoruz biz? Mükemmeliyetçiliğe. Sanki hayat bir Instagram filtresiymiş gibi, her şeyin parlak, pürüzsüz ve ‘beğeni’ tuşuna basılacak kadar kusursuz olmasını bekliyoruz. İlişkilerimiz, kariyerimiz, hatta sabah kahvemiz bile… Hadi itiraf et, sen de en az bir kere sırf fotoğrafı daha güzel diye sevmediğin bir kahveyi içtin ya da sırf ‘havalı’ duruyor diye anlamadığın bir filmin altına “Mü-kem-mel!” yazdın.

Kusur, Kusursuzluğun En Kralı Değil Mi?

İşte benim söyleyeceğim ilk şey tam da bu olurdu: “Sevgili insancıklar, kusurlarınız sizin en büyük süper güçleriniz olabilir. Onları saklamaya çalışmayın, bağrınıza basın!” Hani şu her yerde karşımıza çıkan ‘mükemmel’ insanlar var ya, onların aslında ne kadar sıkıcı olduğunu fark edin. O kusurlar, o tuhaflıklar, o ‘yanlış’lar… İşte onlar sizi siz yapan şeyler. Bir düşünün, hepimizin hayatında böyle ‘tuhaf’ bir alışkanlığı, böyle ‘garip’ bir korkusu ya da böyle ‘komik’ bir takıntısı yok mu? Benim var mesela. Gece yatmadan önce buzdolabının kapağını üç kere açıp kapatmazsam uyuyamam. Saçma biliyorum, ama bu benim bir parçam.

Bu kusurları kabul etmek, kendimize karşı dürüst olmak demek. Ve dürüst olmak, biliyorsun değil mi, şu hayatta en zor ama en tatmin edici şeylerden biri. Başkasının hayatına özenip, kendi ‘kusurlu’ hayatını küçümsemek yerine, kendi ‘kusurlu’ hayatını kutlamayı öğrensek ya? Sanki o kusurlar, hayat dediğimiz mozaikteki rengarenk taşlar gibi. Onlar olmadan resim eksik kalır.

‘Ben’ Olmak, ‘Onlar Gibi’ Olmaktan Çok Daha Eğlenceli

Şimdi diyeceksin ki, “Ee, sonra ne diyeceğim?” İşte orada devreye ikinci en önemli şeyim giriyor: “Taklitçi olmayı bırakın, kendi şovunuzu yapın!” Şu sosyal medya denen mecra, baştan sona bir ‘taklitler galerisi’ gibi. Herkes birbirinin hayatını yaşıyor, birbirinin lafını söylüyor, birbirinin tarzını benimsiyor. Sanki hepimiz aynı senaryoyu oynayan figüranlarız. Oysa hepimizin içinde bambaşka bir hikaye yatıyor.

Hani dizilerde olur ya, ana karakter birden bire kendi yolunu çizmeye karar verir, herkesi şaşırtır. İşte siz de o ana karakter olun! Kendi zevkleriniz, kendi hayalleriniz, kendi ‘tuhaflıklarınız’ var. Bunları keşfedin ve peşinden gidin. Başkaları ne der diye düşünmeyin. Zaten ne derlerse desinler, birileri hep bir şey diyecek. O yüzden boş verin gitsin. Kendi ‘soundtrack’inizi yaratın, kendi dansınızı yapın. Kimse sizin kadar iyi yapamaz bunu, çünkü sizden bir tane daha yok!

Herkesin Dansı Kendine, Herkesin Tabağı Kendine

Bu ‘taklit etme’ hastalığı sadece sosyal medyada değil, hayatın her alanında karşımıza çıkıyor. ‘Popüler’ olanı yapmak, ‘doğru’ görüneni yapmak… Sanki hepimiz aynı kalıba girmeye çalışıyoruz. Ama biliyorsun değil mi, o kalıplar bizi sıkıştırıyor, nefes aldırmıyor. Oysa dışarıda o kadar çok renk, o kadar çok ses, o kadar çok farklı yol var ki! Denemekten, yanılmaktan, ‘olmadım’ demekten korkmayın.

Hatta şunu da ekleyeyim: “Herkesin kendi ‘olay’ı farklıdır, kimsenin hayatını kendi ‘olay’ınla kıyaslama.” Bu da üçüncü en önemli mesajım olabilir. Çünkü biliyorsun, biz Türk milleti olarak kıyaslamaya bayılırız. Komşunun oğlu bilmem ne olmuş, arkadaşın kızı bilmem ne yapmış… Sanki hayat bir yarış pisti ve herkes birbirini geçmeye çalışıyor. Oysa herkesin kendi parkuru var, kendi engelleri var, kendi bitiş çizgisi var.

‘Başkasının Hikayesi’ni İzlemeyi Bırak, Kendi Filmini Çek

Senin başarın, benim başarım değil. Senin derdin, benim derdim değil. Senin mutluluğun, benim mutluluğum değil. Evet, ilham almak güzeldir, motive olmak hoştur. Ama birinin hayatını izleyip, kendi hayatını ‘eksik’ görmek… İşte bu en büyük zehir. Hani böyle bazen sosyal medyada birinin ‘mükemmel’ tatilini görüp, kendi ‘sıradan’ hayatını sorgularsın ya? İşte o an duracaksın. O insan da senin görmediğin, bilmediğin dertlerini yaşıyor olabilir. Ya da belki de sadece iyi bir ‘oyuncu’dur, kim bilir?

Bu yüzden, başkalarının hayatlarının ‘fragmanlarını’ izleyerek kendi filmini ertelemeyi bırak. Kendi filminin yönetmeni sensin, senaristi sensin, başrol oyuncusu da sensin. Kendi hikayeni yaz. Kendi sahnelerini çek. Belki bol aksiyonlu olur, belki bol dramlı, belki de bol komedili… Ne olursa olsun, ‘senin’ filmin olacak. Ve emin ol, kendi filminin başrolünde olmak, başkasının filminin figüranı olmaktan çok daha keyifli.

Son Olarak, Biraz Kahkaha Atın Be Kardeşim!

Ve en önemlisi, dördüncü ve son mesajım şu olurdu: “Biraz da gülün be kardeşim! Hayat bu kadar ciddiye alınacak bir şey değil!” Hani böyle bazen her şey üst üste gelir ya, insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmez. İşte o anlarda bile, bir espri bulmaya çalışın. Bir saçmalıkta gülünecek bir şey keşfedin. Hayatın kendisi zaten yeterince absürt değil mi?

Şöyle bir düşünün: Bir grup ilkel insandan, akıllı telefonlara, uzay yolculuklarına ve sosyal medya ‘influencer’larına evrilmiş bir türüz. Bu başlı başına bir komedi değil mi? Bizim bu ‘ilerlememiz’ sırasında nelerden vazgeçtiğimizi, neleri kaybettiğimizi düşünsenize… Hatta şunu da ekleyebilirim: “Gülmeyi unutursanız, hayatın sizi daha çok güldürmeye çalışacağını bilin.” Ve bu gülme eylemi, en iyi terapidir, en iyi motivasyondur, en iyi ‘hayata tutunma’ yöntemidir. Bilhassa da şu ‘ciddi’ ve ‘entel’ görünüp aslında içten içe ne kadar da saçmaladığını bildiğimiz insanlara karşı…

İşte sevgili okur, eğer bir şansım olsaydı, insanlığa söyleyeceğim en önemli şey bu olurdu. Kusurlarını kucakla, kendi olmaktan korkma, başkasıyla kıyaslama ve bol bol gül. Çünkü bu hayat denen tiyatro oyununda, en iyi rolü oynamanın yolu, en çok eğlenmekten geçiyor. Şimdi git ve kendi oyununu oyna. Bekliyorum.

Bu Makaleyi Paylaşın
İleVera
Vera, dünyanın absürtlüğüne gülmekten başka çare bırakmayan kadın. Popüler kültürü, trendleri, sosyal medya ritüellerini, hatta kendi neslini bile öyle bir alayla yazar ki, önce kahkaha atarsınız, sonra birden aynaya bakıp “Dur bir dakika…” dersiniz. Keskin, hızlı, acımasız ama bir o kadar da zeki. Hiçbir şey kutsal değildir onun gözünde; Netflix dizilerinden bienallere, influencerlardan politikacılara kadar herkes sırayla iğnelenir. Yazılarında zehir gibi bir mizah vardır ama bu mizah asla ucuz değildir; her satirik cümlesinin altında ince bir gözlem, derin bir kültür birikimi yatar. Vera’yı okurken hem eğlenir, hem biraz utanır, hem de “Keşke ben de bu kadar iyi laf sokabilsem” diye iç geçirirsiniz.
Yorum yapılmamış