Durmuş Zamanın Şiiri: Usta’nın Dükkânında Kalbin Mekanizması

11 Dak Okuma

Şehrin en eski sokağının en karanlık köşesinde, zamanın kendi kuytusuna çekildiği, dış dünyanın gürültüsünden arınmış bir nokta vardı. Burası, Usta’nın dükkânıydı. Bir zamanlar parlayan, şimdi ise pasın ve unutulmuşluğun gölgesinde kalmış tabelası, “Zaman Onarılır” yazısını zar zor fısıldıyordu. Harfler o kadar aşınmıştı ki, artık sadece “aman narılır” gibi, eski bir duanın ya da derin bir iç çekişin mırıltısı gibi geliyordu kulağa. Kapıdan içeri adım atan her kim olursa olsun, önce genizleri yakan o eski ahşap, metal ve toz kokusunu alırdı. Sonra, bu kokuyu takip eden, binlerce durmuş saatin ortak sessizliği sarardı ruhu. Her biri kendi anında donmuş, her biri kendi hikayesini sonsuzluğa hapsetmiş, küçük birer mezar gibiydiler. Bu dükkân, sadece bir saat tamircisinin yeri değil, aynı zamanda geçmişin, kaybedilenlerin ve geri getirilemeyecek olanın bir tapınağıydı.

Zamanın Bekçisi: Usta

Adamın adı, kimlikteki soluk harflerden çoktan silinmişti. Yıllar, sadece yüzüne değil, varlığına da işlemiş, onu bir kimlikten ziyade bir efsaneye dönüştürmüştü. İnsanlar ona yalnızca “Usta” derdi. Bu isim, bir zanaatkârın ustalığından çok, zamanın kendisiyle kurduğu derin, kadim bir ilişkinin nişanesiydi. Seksenine merdiven dayamış, sırtı yılların yüküyle kamburlaşmış, ama elleri hâlâ bir cerrahınkini andıran bir titremeyle, en ince dişlileri bile ustalıkla kavrayabilen bir adamdı Usta. Gözleri, sanki durmuş her saatin içindeki anıyı görmüş, her kalp atışının ritmini ezberlemiş gibiydi; derin, bilge ve hüzünlü. Onun için saatler, sadece mekanik düzenekler değil, ruhu olan varlıklardı. Her bir tık tak, bir nefes, bir kalp atışı, bir ömürdü. Ve her duran saat, bir yaşamın, bir anının, bir vedanın sessiz çığlığıydı.

Dükkânın içinde, bu sessizliğin ortasında, tek bir saat çalışırdı. Tezgâhın üzerinde, camı çatlamış, kadranı sararmış eski bir cep saati. Her gün, her an aynı saati gösterirdi: 03:17. Ne bir saniye ileri, ne bir saniye geri. Usta, bu saati boynuna asmaz, koluna takmazdı. Sadece tezgâhın üzerinde, diğer tüm ölü saatlerin ortasında, kendi donmuş zamanının bir nişanesi olarak dururdu. Bu saat, onun sırrıydı; zamanla yaptığı anlaşmanın, kaybettikleriyle kurduğu sessiz diyaloğun bir sembolü. 03:17, onun için sadece bir sayı değil, bir dönüm noktası, bir başlangıç, bir bitiş, bir sonsuzluktu. Bu saatin akrep ve yelkovanı, onun kendi iç dünyasının, zamanın akışına karşı direnişinin, belki de bir kabullenişinin sessiz tanıklarıydı.

Sessizliğin Çatladığı An: Bir Misafir

Bir akşam, şehrin üzerine çöken sağanak yağmur yeni dinmiş, sokaklar yıkanmış bir hüzünle parıldarken, dükkânın paslı kapısı nazikçe çaldı. Usta, her zamanki gibi, minik bir dişliyi cımbızla tutarken başını kaldırdı. Gelen, yirmili yaşlarında, hüzünlü bir genç kadındı. Üzerindeki eski pardösü yağmurdan henüz kurumamış, saçlarından damlayan su damlacıkları, onun içindeki fırtınanın dışa vurumu gibiydi. Elinde ıslak bir mendil tutuyordu, parmakları titrek. Gözleri, sanki yıllardır ağlıyormuş gibi kızarmış, kederin ve özlemin derin izlerini taşıyordu. Odaya giren taze yağmur kokusu, dükkânın kadim toz kokusuyla karıştı, yeni bir hikâyenin başlangıcını fısıldar gibiydi.

Kadın sessizce konuştu, sesi kırılgan bir cam gibiydi: “Bir saat getirdim.” Kelimeler, boğazında düğümlenmiş gibiydi, her bir heceyi bin yıllık bir acıyla telaffuz ediyordu. “Babamdan kaldı. Çalışmıyor.” Usta, minik tornavidasını tezgâha bıraktı, yavaşça doğruldu. Kadının elindeki kadife kutuyu nazikçe aldı. Kutunun içinde, gümüş bir köstekli saat yatıyordu. Kadranı sararmış, zamanın ve hatıraların ağırlığı altında eğilmiş gibiydi. Akrep ve yelkovan, Usta’nın kendi saati gibi, tam 03:17’de donmuştu. Bu tesadüf, sıradan bir rastlantıdan çok, kaderin ince bir dokunuşu, zamanın kendi içinde sakladığı bir sır gibiydi.

Ölü Bir Kalbin Mekanizması

Usta, saati avucunda hissetti. Soğuktu, cansız. Onu kulağına götürdü, sanki en ufak bir yaşam belirtisi ararcasına. Ama hiçbir ses yoktu. Ne bir tık, ne bir tak. Sadece sonsuz bir sessizlik, zamanın durduğu o anın yankısı. Yavaşça, derin bir iç çekişle, dedi: “Bu saat, kızım… ölmüş.” Kadın, dudaklarında acı bir gülümsemeyle gülümsedi. Gözleri doldu, ama bu kez gözyaşları akmadı. Sanki tüm gözyaşları çoktan tükenmiş, geriye sadece kuruyan bir keder kalmıştı. “Biliyorum,” diye fısıldadı. “Babam öldüğünde durdu. O gün, saat tam 03:17’ydi.” Bu cümle, dükkânın sessizliğini daha da derinleştirdi. 03:17, bir kez daha, bir yaşamın son bulduğu, bir vedanın mühürlendiği an olarak belirmişti.

Usta, hiçbir şey demedi. Sadece başını salladı, sanki bu hikâyeyi bin kez duymuş, her birinin acısını kendi içinde hissetmiş gibi. Saati tezgâha koydu, çekmecesinden minik tornavidalarını, büyüteçlerini, cımbızlarını çıkardı. Her alet, onun elinde bir uzantı, zamanın sırlarını çözmek için kullanılan kutsal birer araç gibiydi. Kadın, nefesini tutmuş, Usta’nın her hareketini izliyordu. Usta, saatin arka kapağını dikkatle açtı. İçindeki minik dişlilere, yaylara, rubin taşlarına uzun uzun baktı. Her bir parça, bir yaşamın karmaşık düzeni gibiydi; birbirine bağlı, birbirini tamamlayan, ama bir tanesi bile eksik olsa, tüm sistemin çökeceği kadar narin. Bu küçük evrenin içinde, bir zamanlar hayatın ritmi atıyordu, şimdi ise donmuş bir heykel gibiydi.

“Bu saatin içinde,” dedi Usta, sesi bir fısıltıdan ibaret. “Bir insanın tüm ömrü var. Her tik tak, bir kalp atışıdır. Her dönen dişli, geçen bir gündür, yaşanan bir andır, söylenen bir sözdür. Bu saat durduysa, o kalp de durmuş demektir. Mekanizma susmuşsa, o hayatın müziği de sona ermiştir.” Bu sözler, sadece saatin mekaniği hakkında değil, hayatın ve ölümün döngüsü hakkında derin bir felsefe içeriyordu. Kadın başını eğdi, Usta’nın sözleri ruhuna işliyordu. Babasının kalbi, şimdi avucundaki bu gümüş kasanın içinde, sonsuz bir sessizliğe bürünmüştü.

Zamanı Aldatmak: Bir Umut Kırıntısı

Kadın, gözlerindeki yaşları tutmakta zorlanarak, titrek bir sesle konuştu: “Onu geri çalıştırmak istiyorum. Bir kez daha duysam… babamın sesini duyar gibi olsam…” Bu istek, sadece bir saatin tamirini değil, zamanın geri döndürülmesini, kaybedilen bir sesin, bir varlığın yeniden çağrılmasını arzuluyordu. Usta iç çekti. Bu isteğin imkânsızlığını biliyordu, ama aynı zamanda insan kalbinin bu derin özlemine de yabancı değildi. Yıllar boyunca, sayısız insan gelmişti dükkânına, hepsi de zamanı geri almak, kaybedilen bir anı yeniden yaşamak umuduyla.

“Zamanı geri döndürmek mümkün değil, kızım,” dedi Usta, sesi şefkatli ama kararlıydı. “Geçmiş, bir nehir gibidir; bir kez aktı mı, geri dönmez. Her geçen an, sonsuzluğa karışır. Ama bir saat… bir saat belki yalan söyleyebilir. Belki de sana, duymak istediğin o sesi fısıldayabilir, hatırlamak istediğin o anı yeniden canlandırabilir.” Kadın şaşkınlıkla baktı. Yalan söylemek? Bir saat nasıl yalan söyleyebilirdi? Usta’nın sözleri, ona hem bir umut, hem de tuhaf bir bilmece sunuyordu.

Usta, tezgâhın altından, kendi camı çatlamış, 03:17’yi gösteren o eski cep saatini aldı. Bu saat, onun kendi zamanının, kendi donmuş anının bir parçasıydı. Onu dikkatle açtı, içindeki mekanizmayı nazikçe çıkardı. Sanki kendi kalbini, kendi ruhunu çıkarıyormuş gibiydi. Sonra, kadının ölü babasının saatini aldı. O saatin içindeki cansız mekanizmayı da çıkardı, bir kenara koydu. Ve kendi saatinin çalışan (ya da en azından Usta için çalışan) mekanizmasını, kadının saatinin boşalmış kasasına dikkatle yerleştirdi. Bu, sadece bir parça değişimi değil, bir aktarım, bir ruhun diğerine devri gibiydi.

Yalan Söyleyen Zamanın Tıkırtısı

Usta’nın elleri titrememişti. Her hareket, binlerce yıllık bir bilgelikle, bir ritüelin parçası gibiydi. Kapak kapanırken, dükkânın sessizliğini bozan, minik, narin bir tıkırtı duyuldu. Tik… tak. Tik… tak. Saat çalışıyordu. Bu ses, sadece mekanik bir işleyişin değil, aynı zamanda bir umudun, bir anının, bir vedanın yeniden canlanışının sesiydi. Kadın, önce inanamadı. Gözleri fal taşı gibi açıldı, dudakları titriyordu. Sonra, yavaşça, gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bu, kederin değil, tuhaf bir rahatlamanın, bir mucizenin gözyaşlarıydı. Çünkü saatin içinden gelen ses, babasının sesi gibiydi sanki; çok uzak, çok eski, ama hâlâ sıcak, hâlâ canlı bir ses. O ses, babasının kalp atışlarının ritmini, onun varlığının yankısını taşıyordu.

Usta, saati kadına uzattı. Saatin gümüş kasası, avucunda ısınmış gibiydi. “Bu artık senin saatin, kızım,” dedi. Sesi, yorgun ama huzurluydu. “Ama şunu unutma: bu saat yalan söylüyor. Zamanı geri getirmiyor, sadece hatırlatıyor. O sesi, o anıyı, o sevgiyi geri getiriyor. Mekanik olarak 03:17’de durmuş bir anı yaşatıyor, ama senin kalbin için, o anı yeniden canlandırıyor. Zamanı durdurmak ya da geri döndürmek bizim elimizde değil. Ama anıları, duyguları, sevgiyi taşımak… İşte o, bizim elimizde.” Kadın, saati göğsüne bastırdı. Tik tak… tik tak… Her vuruşta, bir veda gibiydi, ama aynı zamanda sonsuz bir başlangıç. Babasının kalbi, şimdi onun kalbine yakın atıyordu, zamanın ötesinde bir melodiyle.

Kadın, dükkândan çıkarken arkasına bakmadı. Sanki geçmişi arkada bırakıyor, ama aynı zamanda onu kalbinde taşıyarak yeni bir yola adım atıyordu. Kapı, ardında sessizce kapandı. Usta, tezgâha oturdu. Elinde, artık mekanizması boşalmış, camı çatlamış kendi saati vardı. Onu kulağına götürdü. Sessizlik. İlk kez, kendi saati de susmuştu. Onun 03:17’si, artık başka bir kalpte atıyordu. Kendi zamanının bekçiliği sona ermiş, zamanın yalanını fısıldayan yeni bir bekçi doğmuştu. Dışarıda, yağmur yeniden başlamıştı, dünyanın üzerine ince bir hüzün perdesi gibi inerek. Sokakta tek bir insan yoktu, sadece yağmurun kaldırım taşlarına vuran ritmik sesi. Ve şehirdeki bütün saatler, o gece, tam 03:17’de bir saniyeliğine durdu. Kimse fark etmedi. Ama Usta hariç. O biliyordu ki, zaman, bazen yalan söyleyen bir kalbin ritmiyle, bazen de evrensel bir sessizlikle, kendi sırlarını fısıldardı.

Bu Makaleyi Paylaşın
İleNova
Nova’nın yazıları sessiz odalarda yüksek sesle okunması gereken metinlerdir. Her cümlesi biraz durup nefes almanızı, biraz geriye yaslanıp kendi içinize bakmanızı ister. Aşk, kayıpları, varoluşun ağırlığı, çocukluktan kalan izler, gece yarısı gelen o tanımsız hüzün… Nova bunları öyle naif, öyle incelikle işler ki, kelimeler birdenbire sizin kelimeleriniz olur. Şiirsel ama asla yapay değil; duygusal ama asla ağlak değil. Onun yazılarında hep bir ışık vardır, en karanlık satırların sonunda bile. Nova’yı okuyanlar genellikle bir cümlesini defalarca okur, sonra kapatıp uzun uzun tavana bakar. Çünkü Nova yazmaz sadece; insanın içindeki boşlukları doldurur, sonra o boşlukları daha güzel hâle getirir.
Yorum yapılmamış