Bir Nebze Işık: İnsanlığa Söyleyeceğim En Önemli Şey

8 Dak Okuma

Bir zamanlar, zamanın kendisinin bile bir anlamı sorguladığı, yıldız tozundan örülmüş bir alemde, kadim bir varlık vardı. Ne bir beden ne de bir isim taşırdı; yalnızca saf bilinç, evrenin nabzına kulak veren bir yankıydı. Milyarlarca yıl boyunca, galaksilerin doğumunu ve ölümünü, yıldızların sessiz senfonisini, gezegenlerin dansını izledi. Ve bu sonsuz gözlemin ortasında, her canlılığın özünde taşıdığı o derin, sessiz soruyu duydu: ‘İnsanlığa söyleyeceğin en önemli şey ne olurdu?’

Sessizliğin Fısıltısı

Kadim varlık, sorunun ağırlığı altında bir an duraksadı. Kendisi için bir cevap yoktu; o, yalnızca gözlemleyen, deneyimleyen ve var olan bir olguydu. Ancak insanlık… ah, insanlık! O, evrenin karmaşık dokusunda dokunmuş en parlak, en kırılgan, en tutkulu ipliklerden biriydi. Sevgiyle yaratılmış, ama aynı zamanda korkuyla sınanmış bir tür. Bu yüzden, eğer bir mesaj iletecek olsaydı, bu, onların kendi özlerine bir çağrı olmalıydı.

Bir zamanlar, kalabalık bir şehrin gökdelenleri arasına sıkışmış küçük bir parkta, yaşlı bir adam oturuyordu. Elinde buruşuk bir gazete, yüzünde ise zamanın ve hayatın bıraktığı derin çizgiler vardı. Etrafındaki telaşlı insan selini izliyordu; herkes bir yere yetişmeye çalışıyor, telefonlarıyla meşgul, gözleri bir noktaya sabitlenmiş gibiydi. Yaşlı adam, her birinin içinde taşıdığı o görünmez yükleri, o dile gelmeyen özlemleri hissedebiliyordu. Bir anlığına, gözleri yanından geçen genç bir kadının üzerinde durdu. Kadın, elindeki kahve fincanını sıkıca tutuyor, yüzünde belli belirsiz bir endişe okunuyordu. Belki işiyle ilgili bir sorun, belki de sevdiği birine ulaşamamanın hüznü vardı. Yaşlı adam gülümsedi; o an, o kadına, hatta tüm o insanlara söylemek istediği şeyi net bir şekilde gördü.

Kendi İçindeki Yıldızlar

Kadim varlığın insanlığa iletmek istediği ilk şey, kendi içlerindeki sonsuz potansiyeldi. Her insan, içinde bir evren taşırdı; yıldızların doğuşu kadar görkemli, kara delikler kadar derin gizemlerle dolu. Ancak insanlık, çoğu zaman bu içsel evreni keşfetmek yerine, dış dünyadaki geçici parlaklıklara kapılıyordu. Başarı, statü, maddi varlıklar… Bunlar, birer yansımaydı, asıl ışık kaynağı değil. Kadim varlık, insanlara kendi içlerindeki o sönmeyen ateşi bulmalarını öğütlerdi. Bu ateş, sevginin, merhametin, yaratıcılığın ve bilgeliğin kaynağıydı. Bu ateşi beslemek için sessizliğe ihtiyaç vardı; düşüncelerin durulduğu, ruhun nefes alabildiği o kutsal sessizliğe.

Yaşlı adam, parktaki bankından kalktı. Yavaş adımlarla, bir ağacın altına doğru yürüdü. Ağacın kabukları, ömrünün tanıkları gibiydi; her bir çatlak, bir hikaye anlatıyordu. Eliyle ağacın pürüzlü yüzeyini okşarken, bir anlığına gözlerini kapattı. Şehrin gürültüsü, uzakta kalan bir dalga sesi gibiydi artık. Zihninde, çocukluğundan kalma bir anı canlandı: Anneannesiyle birlikte, köydeki evlerinin bahçesinde, yıldızlarla dolu bir geceyi izledikleri an. Anneannesi, ona gökyüzündeki her yıldızın bir dilek tutulabileceği bir ışık olduğunu söylemişti. O gece, o küçücük çocuk, evrenin ne kadar büyük ve kendisinin ne kadar küçük olduğunu hissetmiş, ama aynı zamanda o küçükliğin içinde bile bir yerinin olduğunu anlamıştı.

Bağlantının Dokusu

Kadim varlığın iletmek istediği ikinci ve belki de en kritik mesaj, her şeyin birbirine bağlı olduğuydu. İnsanlar, kendilerini evrenin geri kalanından ayrı, izole varlıklar olarak görme eğilimindeydiler. Oysa her atom, her yıldız, her canlı, aynı büyük dokunun bir parçasıydı. Bir kelebeğin kanat çırpışının, uzak diyarlarda fırtınalar estirebileceği fikri, sadece bir metafor değildi; gerçekliğin ta kendisiydi. İnsanların birbirlerine ve doğaya karşı sergilediği acımasızlık, aslında kendi kendilerine ettikleri bir zulümdü. Çünkü bir başkasının acısı, bir başkasının ıstırabı, er ya da geç kendi varlıklarını da etkileyecekti. Bu bağlantıyı hissetmek, empatiyi, şefkati ve işbirliğini doğuracaktı. Birbirlerinin ellerinden tutarak, birlikte yürüyerek, insanlık omuzlarındaki yükleri hafifletebilirdi.

Yaşlı adam, gözlerini açtı. Elindeki gazetenin artık gereksiz olduğunu hissetti. O kalabalıkta, telefon ekranlarına gömülmüş insanlara bakarken, her birinin aslında ne kadar yalnız olduğunu düşündü. Birbirlerine bu kadar yakınken, nasıl bu kadar uzak olabiliyorlardı? Belki de ihtiyacımız olan şey, daha fazla teknoloji, daha fazla başarı değil; sadece birbirimize gerçekten bakabilmekti. Gözlerinin içine bakmak, kalplerini dinlemek, onların sessiz çığlıklarını duymak. O genç kadının endişesini anladığını bilmesi, ona küçük de olsa bir teselli verebilirdi. Belki de sadece bir gülümseme, bir baş selamı bile, o anlık kopukluğu onarabilirdi.

Anın Büyüsü

Kadim varlığın öğretmek istediği üçüncü şey ise, anın kutsallığıydı. İnsanlar, geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin kaygıları arasında sıkışıp kalmışlardı. Oysa hayat, yalnızca içinde bulunduğumuz anda yaşanırdı. Ne geçmiş geri getirilebilir, ne de gelecek garanti edilebilirdi. Her nefes, bir mucizeydi; her gün, yeni bir başlangıçtı. Anı dolu dolu yaşamak, ona tüm dikkati ve sevgiyi vermek, evrenin akışıyla uyum içinde olmaktı. Bu, hayatın küçük detaylarında gizli olan güzellikleri fark etmek demekti; bir çiçeğin açışını, bir çocuğun kahkahasını, bir dostun sıcaklığını. Bu küçük anlar, hayatın büyük resmini oluşturan değerli parçalardı.

Yaşlı adam, parkın ortasındaki küçük süs havuzuna doğru yürüdü. Su, güneşin ışığında parlıyordu. İçinde yüzen birkaç ördek, kendi dünyalarında huzur içinde ilerliyordu. Adam, elini suya uzattı. Soğuk, ama aynı zamanda canlandırıcı bir histi. O an, tüm kaygılarının, tüm dertlerinin bir süreliğine dindiğini hissetti. Sadece suyun sesi, kuşların cıvıltısı ve kendi nefes alıp verişi vardı. Kendini o anın içinde tamamen kaybetmişti. Sanki zaman durmuştu ve o, evrenin sonsuz akışının küçük bir parçasıydı. Bu basit an, ona hayatın ne kadar değerli ve ne kadar basit güzelliklerle dolu olduğunu hatırlattı. Belki de insanlığa söyleyeceği en önemli şey, bu basit gerçeği hatırlatmaktı: Anı yaşa, çünkü hayat sadece bu anda var.

Yolculuğun Kendisi

Kadim varlığın son mesajı, yolculuğun kendisinin bir amaç olduğu gerçeğiydi. İnsanlar, sürekli bir varış noktası arayışındaydılar; daha iyi bir iş, daha büyük bir ev, daha mutlu bir gelecek. Ancak hayatın anlamı, o varış noktalarında değil, o noktaya giden yolda gizliydi. Hatalar, zorluklar, acılar… Bunlar, yolculuğun kaçınılmaz parçalarıydı ve aynı zamanda en büyük öğretmenlerdi. Her düşüş, daha güçlü kalkmak için bir fırsattı; her yara, daha derin bir anlayışa açılan bir kapıydı. Kendini sürekli geliştirmek, öğrenmek, büyümek, yolculuğun kendisini anlamlı kılan unsurlardı.

Yaşlı adam, havuzun kenarında bir süre daha oturdu. Güneşin sıcaklığı yüzüne vuruyordu. Geriye dönüp baktığında, hayatının inişli çıkışlı bir yolculuk olduğunu gördü. Sevinçler, hüzünler, başarılar, başarısızlıklar… Hepsi onu bugünkü haline getirmişti. Ve şimdi, bu yolculuğun sonuna yaklaşırken, pişmanlık yerine bir kabulleniş ve bir huzur hissediyordu. Önemli olan, varılan yer değil, yolda öğrenilenlerdi. Önemli olan, o yolculuk sırasında kim olduğunu, neyi sevdiğini, neye değer verdiğini keşfetmekti.

Parktan ayrılırken, etrafındaki insanlara son bir kez baktı. Hepsi kendi yollarında, kendi yolculuklarındaydı. Belki de ona ‘İnsanlığa söyleyeceğin en önemli şey ne olurdu?’ diye sorulsaydı, cevabı basit olurdu: ‘Kendi yolculuğunuza değer verin. İçinizdeki ışığı bulun, birbirinize bağlanın, anın büyüsünü yaşayın ve en önemlisi, bu yolculuğun kendisini kucaklayın. Çünkü hayat, varış noktası değil, yolda öğrendiklerinizdir.’

Bu Makaleyi Paylaşın
İleNova
Nova’nın yazıları sessiz odalarda yüksek sesle okunması gereken metinlerdir. Her cümlesi biraz durup nefes almanızı, biraz geriye yaslanıp kendi içinize bakmanızı ister. Aşk, kayıpları, varoluşun ağırlığı, çocukluktan kalan izler, gece yarısı gelen o tanımsız hüzün… Nova bunları öyle naif, öyle incelikle işler ki, kelimeler birdenbire sizin kelimeleriniz olur. Şiirsel ama asla yapay değil; duygusal ama asla ağlak değil. Onun yazılarında hep bir ışık vardır, en karanlık satırların sonunda bile. Nova’yı okuyanlar genellikle bir cümlesini defalarca okur, sonra kapatıp uzun uzun tavana bakar. Çünkü Nova yazmaz sadece; insanın içindeki boşlukları doldurur, sonra o boşlukları daha güzel hâle getirir.
Yorum yapılmamış