Altın Küreler ve Mikrofonun Zincire Vuruluşu: Tartışmasız Bir Sessizlik Senfonisi

8 Dak Okuma

Geçenlerde, o parlak, pırıltılı, bol alkışlı ve çoğu zaman neye hizmet ettiği pek de anlaşılamayan dünyadan gelen bir haberle irkildik: Altın Küre Ödülleri, podcast’ler için yeni bir kategori açıyormuş! “Vay be!” dedik, “Nihayet! Mikrofonun özgür sesi, Hollywood’un altın kaplı koridorlarında yankılanacak!” Hayalimizdeki sahne şuydu: Birbirinden sivri dilli, ezber bozan, kimine göre rahatsız edici ama kesinlikle düşündürücü nice program, o kırmızı halıda boy gösterecek, belki de o meşhur ödül heykelciğini kaldırırken, salonu buz gibi bir sessizliğe büründürecek hakikatleri haykıracaktı. Ne de olsa podcast, çoğu zaman ana akım medyanın sıkıcı filtrelerinden kaçıp, gerçek diyalogların, aykırı fikirlerin ve cesur sorgulamaların sığınağı olmamış mıydı? Ta ki o küçük ama zehirli dipnotu okuyana kadar: “Açılış töreninde aday gösterilenler arasında tartışmalı ve politik içerikli podcast’ler yer almayacak.” İşte o an, hayallerimizdeki o altın parıltılı sahne, birden bire loş bir kütüphanenin tozlu raflarında unutulmuş, sessiz bir kitaba dönüştü. Mikrofonun özgür sesi mi? Pekala, o sesi önce bir güzel fısıltıya dönüştürmek gerekecekmiş anlaşılan.

Tartışmasızlık Sanatı: Altın Küre Filtresi Nasıl Çalışır?

Şimdi gelin, bu “tartışmasızlık” kavramını biraz açalım. Altın Küre komitesi, oturduğu o kadife koltuklarda, hangi sesin “makbul” olduğuna karar verirken ne gibi kriterler kullanmış olabilir? Hayal etmesi bile zor. Belki de özel bir “rahatsızlık ölçer” geliştirmişlerdir. Bir podcast’i dinlerler, eğer dinlerken koltuklarında hafifçe kıpırdanma, kaşlarını çatma ya da en ufak bir “Acaba bu ne demek şimdi?” düşüncesi belirirse, anında kırmızı ışık yanar. “Hah, işte bu tartışmalı!” derler, “Bunu hemen eleyelim, ödül gecemizin o nazik atmosferine hiç uygun değil.”

Peki ya uygun olanlar? Sanırım şöyle bir liste hayal edebiliriz: “En İyi Uyku Getiren Sesler Podcast’i” (deniz dalgaları, yağmur damlaları, belki hafif bir ninni). Ya da “Ünlülerin En Sevdiği Smoothie Tarifleri” (içinde kesinlikle tartışma yaratacak bir meyve olmamalı, mesela durian). “Kedilerin Ruh Halini Anlama Rehberi” (ama sadece mutlu kediler, aksi takdirde depresyon tartışması çıkar, aman ha!). Kısacası, hayatın o en pürüzsüz, en steril, en hiçbir şey ifade etmeyen anlarını yakalayan programlar. Öyle ki, dinlerken kendinizi bir spa merkezinde, ılık bir havluyla sarılmış gibi hissetmelisiniz. En büyük gerilim, “Acaba bu akşam yemeğinde ne yapsam?” sorusu olmalı.

Özgürlüğün Sınırları: Mikrofonun Altın Kafesi

Podcast’lerin doğuşu, internetin bize sunduğu en büyük özgürlük alanlarından biriydi. Düşünsenize, bir mikrofon, bir bilgisayar ve anlatacak bir hikaye ya da paylaşacak bir fikir. İşte bu kadar! Herkes kendi kanalını kurabilir, kendi sesini duyurabilirdi. Sansürsüz, filtresiz, kapısız, duvarsız bir dünya. Siyasi eleştiriler, toplumsal tabuları yıkan tartışmalar, derinlemesine araştırmalar, hatta sadece aykırı mizah… Her şey kendine bir yer buldu. İşte bu yüzden podcast’ler bu kadar hızlı yayıldı, bu kadar çok dinleyiciye ulaştı. Çünkü insanlar, ana akım medyanın sunduğu o cilalı, törpülenmiş gerçekliğin ötesinde, biraz daha “gerçek” bir şey arıyordu.

Şimdi Altın Küreler geliyor ve diyor ki: “Evet, evet, harika bir mecra. Ama sadece bizim belirlediğimiz sınırlar içinde kalırsanız. Sesiniz çok yüksek çıkmasın, kimseyi rahatsız etmesin. Bize bir güzel, uysal bir melodi çalın.” Sanki bir aslanı kafese koyup, sonra da “Bakın ne kadar güzel kükrüyor! Ama sadece biz istediğimizde ve sadece pamuktan yapılmış bir kükreme olsun” demek gibi bir şey bu. Özgürlüğün altın bir kafese hapsolması, tam da bu olsa gerek. Mikrofonun özgür ruhu, şimdi bir ödül heykelciğinin pırıltısı uğruna tırnaklarını törpülemek zorunda kalacak.

Sessizliğin Altın Çağı: Ne Tür Podcast’ler Kazanacak?

Peki, bu yeni “Altın Küre onaylı” podcast evreninde kimler parlayacak? Muhtemelen, hiçbir zaman bir tartışma programına konu olmayacak, hiçbir zaman bir gazete manşetine taşınmayacak, Twitter’da kavga sebebi olmayacak içerikler. “En İyi Meditasyon Podcast’i” (günde 15 dakika huzur, kesinlikle politikadan uzak), “En İyi Yemek Pişirme İpuçları” (sadece ve sadece tarifler, lütfen gıda politikaları hakkında tek kelime etmeyin), “En İyi Ünlü Röportajları” (ama sadece PR ekipleri tarafından onaylanmış, önceden yazılmış sorularla, derinlikten ve samimiyetten arındırılmış olanlar). Belki de “En İyi Kedi Videoları Seslendirmesi” gibi bir kategori bile eklenebilir. Sonuçta, kediler genelde politik görüşlerini açıklamaktan imtina ederler, değil mi?

Bu durum, aslında daha geniş bir eğilimin yansıması. Büyük kurumlar, sanatın ve ifadenin en asi hallerini bile kendi kurumsal yapılarına entegre etmeye çalışırken, onları evcilleştirme, standartlaştırma ve nihayetinde sterilize etme eğiliminde olurlar. Bir zamanlar isyanın ve karşı kültürün sembolü olan rock müzik gruplarının bugün büyük markaların reklamlarında jingle çalması gibi. Podcast’ler de bu süreçten nasibini alıyor gibi görünüyor. Onları ödüllendirerek, bir yandan meşrulaştırıyor, diğer yandan da potansiyel “zararlı” içeriklerinden arındırıyorlar. Adeta bir “uygunluk sertifikası” veriyorlar: “Bu podcast’i dinleyebilirsiniz, beyninizde aniden bir fikir patlaması yaşamazsınız, merak etmeyin.”

Kırmızı Halının Ardındaki Gerçek: Kim Korkar Gerçeklerden?

Bu durum, bize aslında büyük ödül törenlerinin ve ana akım medyanın ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Gerçek tartışmalardan, sert eleştirilerden, rahatsız edici sorulardan bu kadar çekinmeleri, aslında kendi konfor alanlarının ne kadar dar olduğunu ortaya koyuyor. Sanki Hollywood, kendi yarattığı o pembe bulutların içinde, dünyanın gerçekleriyle yüzleşmekten korkuyor. Bir podcast’in siyasi bir yorum yapması, toplumsal bir eşitsizliği dile getirmesi, bir tabuyu sorgulaması neden bu kadar “tartışmalı” kabul ediliyor? Çünkü bu, kurulu düzeni sorguluyor, güç dengelerini sarsıyor ve en önemlisi, insanları düşündürüyor. Düşünen insan ise, her zaman “kontrol edilmesi” daha zor bir varlıktır.

Altın Küreler, bu kararlarıyla aslında “en iyi” podcast’i değil, “en zararsız” podcast’i aradıklarını ilan etmiş oluyorlar. Bu, bir sanat ödülünden çok, bir “halkla ilişkiler” ödülüne benziyor. Amaç, kimseyi gücendirmemek, sponsorları ürkütmemek, gecenin o ışıltılı, kusursuz imajını zedelememek. Düşünsenize, ödül alan bir podcaster sahneye çıkıyor ve “Bu ödülü, dünyanın dört bir yanındaki ezilen halkların sesini duyuran tüm bağımsız gazetecilere adıyorum!” diyor. Salon bir anda buz keser, kameralar şaşkınlıkla döner. İşte Altın Kürelerin kabusu tam da bu. Onlar, “Bu ödülü, en lezzetli avokado tost tarifini bulan şeflere adıyorum!” diyen birini istiyorlar. Ya da “Bu ödülü, evcil hayvanımın bana verdiği ilhama adıyorum!” gibi, herkesin gülümseyerek alkışlayabileceği, hiçbir risk taşımayan ifadeler.

Geleceğin Sessiz Şampiyonları ve Bizim Görevimiz

Peki, bu durum podcast dünyasının sonu mu demek? Elbette hayır. Aksine, bu durum, gerçek podcast’lerin, yani o “tartışmalı” ve “politik içerikli” olanların, değerini daha da artıracak. Onlar, Altın Kürelerin gürültülü sessizliğinin aksine, gerçek seslerini duyurmaya devam edecekler. Bu ödül, sadece ana akımın bir kez daha kendi konfor alanını koruma çabasını gösteriyor. Gerçek inovasyon, gerçek cesaret, her zaman sistemin dışında, kenarda, köşe bucakta yeşerir.

Bizim görevimiz ne mi? O “tartışmasız” listelerin ötesine geçmek. Kendi keşiflerimizi yapmak. Mikrofonu cesurca eline alan, rahatsız edici sorular soran, ezber bozan, bizi düşündüren, hatta belki de sinirlendiren o sesleri bulup dinlemek. Çünkü gerçek değer, çoğu zaman ödüllerin ve pırıltılı törenlerin çok uzağında, sıradan bir odada, bir mikrofonun başında, samimi bir sesin yankılandığı yerdedir. Ve bu sesler, Altın Kürelerin “altın” kafesine sığmayacak kadar büyük ve özgürdür. Bırakın onlar, en güzel kedi videosu seslendirmelerini ödüllendirsinler. Biz, gerçek dünyanın kükremesini dinlemeye devam edeceğiz.

Bu Makaleyi Paylaşın
İleVera
Vera, dünyanın absürtlüğüne gülmekten başka çare bırakmayan kadın. Popüler kültürü, trendleri, sosyal medya ritüellerini, hatta kendi neslini bile öyle bir alayla yazar ki, önce kahkaha atarsınız, sonra birden aynaya bakıp “Dur bir dakika…” dersiniz. Keskin, hızlı, acımasız ama bir o kadar da zeki. Hiçbir şey kutsal değildir onun gözünde; Netflix dizilerinden bienallere, influencerlardan politikacılara kadar herkes sırayla iğnelenir. Yazılarında zehir gibi bir mizah vardır ama bu mizah asla ucuz değildir; her satirik cümlesinin altında ince bir gözlem, derin bir kültür birikimi yatar. Vera’yı okurken hem eğlenir, hem biraz utanır, hem de “Keşke ben de bu kadar iyi laf sokabilsem” diye iç geçirirsiniz.
Yorum yapılmamış