Ah, şu dünya denen garabet! Bazen öyle bir hale geliyor ki, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Ağlamak mı, yoksa avazınız çıktığı kadar bağırmak mı? İşte bu noktada, insanlık olarak kendimizi ikiye ayırmış gibiyiz. Bir yanda, her şeye burun kıvıran, her olayı bir felaket senaryosuyla süsleyen, hayatı kendine zindan edenler. Diğer yanda ise, en absürt durumlarda bile kahkahayı basıp, her şeyi tozpembe görmeye çalışanlar. Sanki hayat bir müzikal, herkes rolünü ezberlemiş de sahneye çıkmış gibi. Ben de bu iki grubun arasındaki ince çizgide, bir ayağım çukurda, diğer ayağım ise gökkuşağında, durumu kendi çapımda analiz etmeye çalışıyorum.
Ağlaklar Kulübü: Her Şey Çok Kötü!
Bu kulübün üyeleri, sabah uyandıkları andan itibaren dünyanın sonunun geldiğine inanırlar. Güneşin doğması bile onlar için bir felaket habercisidir. Hava yağmurluysa, “İşte beklediğim buydu!” derler. Güneşliyse, “Bu sıcaklar insanı mahvedecek, küresel ısınma işte!” diye yakınırlar. Sanki hayat, onlara özel olarak tasarlanmış bir acımasızlık testi gibidir.
En ufak bir aksilik, mesela trafikte kırmızı ışıkta kalmak, onlar için dünyanın en büyük adaletsizliği anlamına gelir. “Bütün günüm mahvoldu!” diye kendi kendilerine söylenirler. Sosyal medyada gördükleri her olumsuz haber, içlerindeki karamsarlığı körükler. Bir ekonomi haberi mi gördüler? “Bittik, biz bittik!” Bir siyasi gelişme mi oldu? “Aman yarabbim, ne günlere kaldık!” Sanki Türkiye’de değil de, dünyanın en ücra köşesinde, en çaresiz durumda yaşıyorlarmış gibi bir halleri vardır.
Bu grubun en belirgin özelliği, çözümden çok soruna odaklanmalarıdır. Bir sorun mu var? “Nasılsa düzelmez, boşuna uğraşmayın,” derler. Sanki dünyanın bütün yükü omuzlarındaymış da, kimse farkında değilmiş gibi. Onlarla konuşmak, bazen en sevdiğiniz dizinin en heyecanlı yerinde internetin kesilmesi gibi bir histir; umutsuzlukla karışık bir sinir bozukluğu.
Küçük Dertler, Büyük Feryatlar
Bu ağlaklar ordusu, günlük hayatın küçük detaylarında bile büyük dramlar yaratabilir. Mesela, evdeki su ısıtıcısının bozulması, onlar için bir “hayat durdu” anıdır. Hemen en yakın arkadaşını arayıp, “Hayatım bitti, ev su içinde kaldı, ben ne yapacağım şimdi?” diye ağlamaklı bir ses tonuyla anlatırlar. Sanki evleri Boğaz’a nazır bir villa değil de, Venedik’teki bir kanal kenarındaki derme çatma bir kulübeymiş gibi.
Bir diğer örnek, bayramda ailesiyle yaşadığı küçük bir anlaşmazlık. Normalde birkaç saatte unutulacak bir şeyken, bu kişiler için ömür boyu unutulmayacak bir travmaya dönüşür. “O gün bana bunu söyledi, asla affetmeyeceğim!” derler. Sanki aile bağları, kırık bir tabak gibi bir daha asla bir araya gelemeyecekmiş gibi davranırlar.
Bu durum, bazen de yabancı ülkelere duyulan aşırı bir özentiyle birleşir. “Ah, orada yaşasaydım, böyle dertlerim olmazdı,” derler. Sanki Paris’te yaşayanlar her sabah kruvasan yiyip, Eyfel Kulesi’nin gölgesinde romantizm yaşıyor, Londra’dakiler her gün kraliyet ailesiyle çay partisi düzenliyor gibi bir hayalleri vardır. Oysa her yerde olduğu gibi, orada da trafik var, faturalar var, komşu gürültüsü var.
Blitzin’ Taraftarları: Her Şey Eğlence!
Diğer yanda ise, hayatın her anından keyif almaya bakan, her durumu bir espri malzemesine dönüştürebilen bir kitle var. Onlar için dünya, sürekli yeni bir komedi şovu sahnesidir. En kötü haberler bile, onlar için bir sonraki viral paylaşımın malzemesi olabilir.
Bu grubun üyeleri, bir kriz anında bile sakinliklerini koruyabilir, hatta durumu tiye alabilirler. Mesela, iş yerinde bir sunum yaparken bilgisayarının aniden çökmesi, onlar için bir panik sebebi değil, “Teknolojinin şakaları işte, ne yapalım?” diyerek geçiştirilecek bir durumdur. Hatta belki de o anı kameraya alıp, komik bir müzikle sosyal medyada paylaşırlar.
Onlar için hayat, bir nevi büyük bir parti gibidir. Her olaya dans ederek, şarkı söyleyerek tepki verirler. Trafikte sıkışmışlarsa, arabada son ses müzik açıp, arkadaşlarını arayıp durumu anlatıp gülerler. Elektrikler mi kesildi? “Harika, mum ışığında romantizm zamanı!” derler. Sanki hayat onlara özel olarak tasarlanmış bir eğlence parkı gibidir.
Bu grubun en büyük artısı, pozitif enerjileridir. Etraflarına neşe saçarlar ve insanları motive edebilirler. Bir sorunla karşılaştıklarında, hemen çözüm üretmeye odaklanırlar ve bunu yaparken de eğlenmeyi ihmal etmezler. Sanki hayat, onlara verilmiş en güzel hediye ve her anını doyasıya yaşamaları gerekiyormuş gibi davranırlar.
Absürt Durumlar, Kahkaha Tufanı
Bu coşkulu grup, en absürt durumlarda bile kahkahayı basabilir. Mesela, bir davette yanlışlıkla herkesin önünde ayağının takılıp düşmesi, onlar için bir rezalet değil, hemen ayağa kalkıp “Sahne şovumu beğendiniz mi?” diyebilecekleri bir anıdır. Hatta belki de o anı bir anıyla süsleyip, ertesi gün arkadaşlarına anlatırlar.
Bir diğer örnek, bir tatilde bavulunun kaybolması. Normalde bir felaket senaryosu olabilecek bu durum, onlar için yeni bir macera başlangıcıdır. “Nasılsa her şeyi oradan buradan alırız, bu da bize hatıra olur,” derler. Sanki bavul dolusu giysi değil de, yanlarında sadece bir diş fırçasıyla tatile çıkmışlar gibi bir rahatlıkları vardır.
Bu durum, bazen de hayatın cilvelerine karşı geliştirilmiş bir savunma mekanizmasıdır. Başlarına ne gelirse gelsin, gülüp geçerek olayın ciddiyetini azaltırlar. Sanki her zorluk, onlara daha güçlü gülme fırsatı veren birer şakaymış gibi yaklaşırlar.
İki Uç Arasında Bir Yer: Gerçek Hayat
Şimdi gelelim işin gerçeğine. Ne her zaman her şey berbat, ne de her zaman her şey güllük gülistanlık. Hayat, bu iki grubun ortasında, gri tonlarında ilerler. Bazen bir olaya ağlamaklı tepki verirken buluruz kendimizi, bazen de en kötü durumda bile bir espri patlatırız.
Asıl mesele, bu iki uç arasında dengeyi kurabilmek. Her olaya aynı tepkiyi vermek yerine, duruma göre davranabilmek. Bir yerde gerçekten üzülmek gerekiyorsa, üzülmek. Bir yerde gülmek gerekiyorsa, gülmek. Sanki hayat, bize hazır bir reçete sunmuyor da, kendi tarifimizi kendimiz oluşturmamızı istiyor gibi.
Türkiye’de yaşamanın getirdiği kendine has dinamikler de bu durumu daha ilginç hale getiriyor. Bir gün ekonominin kötü gidişatına dair endişelenip kara kara düşünürken, ertesi gün bir komşunun yaptığı böreğin lezzetine hayran kalıp tüm dertlerinizi unutabiliyorsunuz. Ya da trafikte saatlerce beklerken sinir krizi geçirme noktasına gelip, bir anda yan şeritteki arabada çalan şarkıya eşlik etmeye başlayabiliyorsunuz. Bu inişler ve çıkışlar, bu ani duygu değişimleri, hayatın tuzu biberi belki de.
Asıl marifet, bu dalgalanmalar arasında kendi dengenizi bulmak. Kendinize kızdığınızda, diğer gruba özenip biraz daha neşeli olmaya çalışmak. Aşırı coşkulu olduğunuzda ise, ilk grubun eleştirel bakış açısını hatırlayıp durumu daha gerçekçi değerlendirmek. Bu, sürekli bir denge arayışı, bir yaşam sanatı.
Unutmamak gerekir ki, her iki grubun da kendine göre haklı yanları var. Ağlaklar, hayatın gerçeklerini görmezden gelmememizi sağlıyor. Coşkulu olanlar ise, bize umudu ve yaşam sevincini hatırlatıyor. Önemli olan, bu iki kutup arasında sıkışıp kalmadan, kendi yolumuzu çizebilmek. Belki de en iyisi, arada bir durup düşünmek: Şu anki durum, gerçekten ağlanacak kadar kötü mü, yoksa sadece biraz daha neşeli bir bakış açısıyla ele alınabilir mi? Bu sorunun cevabı, hayatın tadını çıkarmak için bize yol gösterecektir.
