Bir zamanlar, marketlerin raflarının rengarenk meyveler, sebzeler, peynirler ve bilumum lezzet fırtınasıyla dolu olduğu, insanların bir hafta sonu sabahı erkenden kalkıp taze ekmek ve simit kokusuyla güne başladığı, çocukların bayram şekerlerini seçerken gözlerinin pörtlediği o altın çağları yaşadık. Sonra bir gün, her şey değişti. Birileri, bu basit, sıradan, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan ‘gıdaları’ sorgulamaya başladı. Ve bir başkan çıktı, çıktı ve o meşhur, hafızalara kazınan cümlesiyle ortalığı birbirine kattı: ‘Bakkallar bir hoax!’
Gerçeğin Peşinde Bir Başkan
Mount Pocono, Pensilvanya’da, ekonominin derinliklerine dalmayı vaat eden o çok beklenen konuşmasında, Başkan Donald Trump, ‘gıdaların’ Demokratlar tarafından uydurulmuş bir ‘hoax’ olduğu iddiasını yineledi. Gözlerinin içine bakan kalabalığa, sanki gizli bir gerçeği açıklıyormuş gibi bir edayla seslendi: ‘Onun yeni bir kelimesi var, ‘gıdalar’ diyorlar ama herhangi birine sorabilirsiniz, herkes bilir ki yemek restoranlardan gelir.’ Bu sözler üzerine salonda bir sessizlik oldu, ardından alkış tufanı koptu. Sanki insanlar, yıllardır farkında olmadan kandırıldıklarını ve şimdi nihayet doğruyu öğrendiklerini düşünüyordu. Ah, ne büyük bir aydınlanmaydı!
Şimdi durup düşünelim. Bu ‘gıdalar’ dedikleri şey tam olarak neydi? Pazartesi sabahı buzdolabından çıkarılan, üzerine tereyağı sürülen o incecik dilim ekmek mi? Akşam yemeğinde pişen, annemizin elinden çıkmış o mis kokulu tencere yemeği mi? Yoksa marketten aldığımız, üzerine bir de indirim etiketi yapıştırılmış o parlak elmalar mı? Başkan’a göre bunların hepsi bir illüzyon, birer dijital hile, belki de bir tür sanal gerçeklik deneyimi. Gerçek yemek, şüphesiz, altın kaplamalı tabaklarda sunulan, garsonların her daim başımızda beklediği, kredi kartı bilgilerimizin sorgusuz sualsiz alındığı o meşhur restoranlardan geliyordu. Kim bilir, belki de o restoranlarda pişen yemekler de aslında sadece birer hologramdı?
Bakkalın Gizemli Dünyası
Başkan’ın bu çarpıcı açıklaması, sıradan vatandaşların zihninde derin bir kafa karışıklığına yol açtı. Sabahları işe gitmeden önce uğrayıp taze süt ve gazete aldığımız o küçük bakkal amca ne olacaktı? Kasap reyonunda her gün taze etleri dizen kasaplar? Manavdaki o canlı renkleriyle insanı cezbeden meyveler, sebzeler? Bunların hepsi birer tiyatro muydu yani? Belki de bakkallar, aslında sadece Hollywood’un bir film setiydi ve bizler de farkında olmadan bu devasa prodüksiyonun figüranlarıydık.
Bu ‘hoax’ teorisi, aslında bazı kesimler için şaşırtıcı değildi. Sonuçta, hayatımızda her şeyin bir şekilde abartıldığını, pazarlamacıların her şeyi daha cazip göstermek için türlü yollara başvurduğunu hepimiz biliyorduk. Ama gıdalar? Bir öğünlük yemeğin bile maliyetinin bazen bir maaş kadar olduğu, organik olmayan her şeyin zehir olarak lanse edildiği bir dünyada, ‘gıdaların’ bir ‘hoax’ olması kulağa pek de mantıksız gelmiyordu aslında. Belki de bu, tüketicileri daha ‘gerçek’ ve ‘pahalı’ yemeklere yönlendirmek için ustaca tasarlanmış bir oyundu.
Restoranların Altın Çağı
Başkan’ın dediği gibi, eğer yemek restoranlardan geliyorsa, o zaman restoranların durumu ne olmalıydı? Herhalde her köşe başında bir Michelin yıldızlı şefin yönettiği, menüsünde sadece trüf mantarı ve havyar bulunan lokantalar vardı. Ve bizler de, her gün bu lüks deneyimleri yaşamak için kuyruğa giriyorduk. Belki de artık sabahları kahvaltı için kruvasan almak yerine, bir porsiyon somon füme ve şampanya sipariş ediyorduk. Öğle yemeği için tost yerine, özel olarak hazırlanmış bir suşi tabağı tercih ediyorduk. Akşam yemeği içinse, evde pişen kuru fasulye yerine, altı ay boyunca bekletilmiş özel bir biftek yiyorduk.
Bu restoran odaklı ekonomi, aynı zamanda yeni bir sosyal sınıf yaratmış olmalıydı. Bir yanda, her gün restoranlarda krallar gibi yiyenler; diğer yanda ise, ‘hoax’ olduğunu öğrendiği bakkal ürünleriyle geçinmek zorunda kalanlar. Tabii ki, bu ayrım, Başkan’ın ‘gıdalar hoax’ demesiyle daha da belirginleşmişti. Çünkü artık kimse, ‘Bugün ne pişirsem?’ diye düşünmüyordu. Herkes sadece ‘Bugün hangi restorana gitsem?’ sorusuna odaklanmıştı.
Gıdanın Gerçek Yüzü: Bir Eleştiri
Bu ironik durum, aslında kapitalizmin ve tüketim kültürünün bir yansımasıydı. Gıdalar, bir zamanlar sadece bir ihtiyaçken, zamanla bir lüks objesine, bir statü sembolüne dönüştü. Market raflarındaki ürünler, sadece karın doyurmakla kalmayıp, aynı zamanda ‘sağlıklı’, ‘organik’, ‘doğal’ gibi etiketlerle pazarlanarak, daha yüksek fiyatlarla satılıyordu. Bu durum, doğal olarak, insanların gözünde gıdanın değerini yükseltiyor, onu ulaşılmaz bir hale getiriyordu.
Başkan’ın ‘gıdalar hoax’ açıklaması, bu durumu tiye alan, absürt bir mizah anlayışıyla ele alan bir eleştiriydi. Sanki, ‘Bakın, sizler bu market ürünleri için ne kadar para harcıyorsunuz, ama aslında ne kadar basit şeyler olduğunu farkında bile değilsiniz. Gerçek yemek, aslında çok daha basit olmalı.’ der gibiydi. Bu açıklama, aynı zamanda, gıdaya ulaşamayan, temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan milyonlarca insana da bir göndermeydi. Onlar için gıda zaten bir lüks, bir hayaldi. Başkan’ın sözleri, bu acı gerçeği daha da ironik bir şekilde gözler önüne seriyordu.
Son Perde: Gerçekten Ne Yiyoruz?
Mount Pocono’daki o konuşma, ardında pek çok soru işareti bıraktı. Gıdalar gerçekten bir hoax muydu? Yoksa bu, sadece siyasi bir söylem miydi? Belki de Başkan, sadece insanları güldürmek, onlara biraz olsun moral vermek istemişti. Ya da belki de, gerçekten de, hayatımızdaki her şeyi sorgulamamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Gerçekten ne yiyoruz? Nerede yiyoruz? Ve en önemlisi, kimin için yiyoruz?
Belki de bu ‘hoax’ teorisi, bize aslında ne kadar yüzeysel yaşadığımızı gösteriyordu. Gıdanın kaynağını, üretim süreçlerini, çiftçilerin emeğini sorgulamak yerine, sadece markalara, renklere, reklamlara odaklanıyorduk. Bakkal amcanın bize uzattığı o poşet dolusu sebze meyve, aslında bir çiftçinin alın teriydi. Bir restoranda yediğimiz o pahalı yemek, ise sadece bir şefin hünerleri değil, aynı zamanda bir tedarik zincirinin, bir mutfak ekibinin emeğiydi. Başkan’ın sözleri, bu karmaşık ağı basitleştirerek, bizi temel gerçeklere geri döndürmeye çalışıyordu belki de.
Ve böylece, Mount Pocono’daki o konuşma, bir ulusun gıda konusundaki algısını sonsuza dek değiştirdi. Artık kimse, market raflarındaki ürünlere eskisi gibi bakmayacaktı. Herkes, bir sonraki lokmasını yerken, bu lokmanın bir ‘hoax’ olup olmadığını sorgulayacaktı. Ve belki de en önemlisi, herkes, hayatımızdaki basit zevklerin, ‘gıdaların’ aslında ne kadar değerli olduğunu anlayacaktı. Çünkü sonuçta, hayat sadece restoranlarda yenilen pahalı yemeklerden ibaret değildi. Hayat, o bakkal amcanın raflarındaki o basit elmalardan, annemizin evdeki tenceresinden, kendi ellerimizle pişirdiğimiz o mütevazı yemeklerden de ibaretti. Ve tüm bunlar, asla bir ‘hoax’ olamazdı.
