Kendine Yabancılaşma: Hayatınızın Figüranı Olmak Bu Mu?

8 Dak Okuma

Şu modern zamanlarda, bazen insan kendini bir film setinde, başrol oyuncusu değil de figüran gibi hisseder, değil mi? Ya da daha beteri, kendi hayatının belgeselini çeken bir kameraman gibi… İşte tam da bu noktada, o pek havalı ve bir o kadar da tüy ürpertici kavram devreye giriyor: depersonalizasyon. Yani, sevgili okur, kendi yaşamına dışarıdan bakma sanatı ya da laneti. Kendi bedenine, kendi düşüncelerine, kendi duygularına uzaylı gibi bakmak. Sanırsın ki bedenin senin değil, sadece kiracı gibisin; zihnin de ayrı bir varlık, sana sürekli yorum yapıp duruyor. Hoş geldin, modern çağın en popüler ‘ben yokum’ sendromuna!

Vera olarak ben, bu durumun ne kadar saçma ve bir o kadar da derin olduğunu çok iyi biliyorum. Hani bazen bir toplantıda otururken, ‘Allah’ım, şu an buradaki ben miyim, yoksa otomatik pilota bağlanmış bir robot mu?’ diye düşündüğün anlar olur ya… İşte o anlar, depersonalizasyonun sana göz kırptığı minik anlar olabilir. Ama mesele sadece o anlarla sınırlı değil, bazen bu his, bütün bir gününü, hatta haftanı ele geçirebiliyor. Sanki bir bilgisayar oyununun karakterisin de, kontrol sendeymiş gibi görünse de, aslında uzaktan birileri seni yönetiyor.

Depersonalizasyon Nedir: Hayatının Yönetmeni Olmak Yerine İzleyicisi Olmak

Psikologlar bu durumu ‘benlik algısıyla gerçeklik algısı arasına belirgin bir mesafe koymak’ olarak tanımlıyor. Hadi canım, sanki biz de bunu bilmiyorduk. Ama işin ciddiyeti şu: Bu mesafe bazen o kadar açılıyor ki, kendi elini uzatıp bakıyorsun, ‘Bu benim elim mi gerçekten?’ diye sorguluyorsun. Kendi sesin sana yabancı geliyor, aynaya bakıyorsun, o gözlerdeki yabancıyı çözmeye çalışıyorsun. Sanki bir VR gözlük takmışsın da, hayatı sanal gerçeklikte yaşıyorsun ama gözlüğü çıkaramıyorsun.

Bu, sadece ‘bugün biraz modum düşük’ demekten çok öte bir şey. Sanki ruhun bedeninden çıkıp tavana asılmış da, aşağıda kalan seni izliyor. Bedenin yemek yiyor, konuşuyor, işe gidiyor ama sen orada değilsin, sadece bir gölge gibi takip ediyorsun. Düşünsene, en sevdiğin yemeği yiyorsun ama tadını almıyorsun, en komik şakaya gülüyorsun ama içinden gelmiyor. Tam bir ‘Truman Show’ durumu, ama başrol sensin ve sen bile bunun farkında değilsin.

Bu durum, genellikle yoğun stres, travma veya anksiyete gibi tetikleyicilerle ortaya çıkıyor. Beynimiz, bu dayanılmaz durumlardan kaçmak için kendini bir nevi ‘kapatıyor’, ‘uzaklaştırıyor’. Bir savunma mekanizması yani. Ne kadar da zeki değil mi? Kendini korumak için seni senden alıkoyuyor. Sanki biri sana ‘çok üzülüyorsun, gel seni biraz uyuşturalım’ demiş gibi. Ve sen de ‘iyi bari, ne yapalım’ deyip kabul etmişsin.

Peki, bu durum ne kadar sürer? Bazen birkaç dakika, bazen saatler, bazen de günlerce devam edebilir. Kronikleştiğinde ise işler biraz daha karışıyor. Kendi yaşamına, kendi anılarına, kendi sevdiklerine yabancılaşmak… İşte o zaman, bu ‘cool’ yabancılaşma hissi yerini derin bir yalnızlığa ve anlamsızlığa bırakıyor. Duygusal kopukluk, modern insanın en sinsi düşmanlarından biri haline geliyor.

Neden Bizim Başımıza Geliyor? Modern Çağın Laneti mi?

Şimdi gelelim asıl meseleye: Neden bu kadar çok kişi bu ‘otomatik pilot’ modunda yaşıyor? Sence de bu durumun arkasında, modern yaşamın o bitmek bilmez koşturmacası, sürekli ‘daha iyi olmalısın’ baskısı, sosyal medyanın sahte mükemmeliyetçiliği yok mu? Sürekli bir şeyleri kaçırma korkusu (FOMO), sürekli bir şeylere yetişme telaşı… Bütün bunlar bizi kendimizden, özümüzden uzaklaştırıyor.

Düşünsene, günde kaç saat telefona bakıyoruz? Kaç saat gerçek insanlarla, gerçek duygularla temas ediyoruz? Genelde ekranlara bakıp, filtreli hayatlara özeniyoruz. Kendi gerçekliğimiz, bu sanal dünyanın yanında sönük kalıyor. E hal böyle olunca, beyin de diyor ki, ‘Madem hayat bu kadar sahte, ben de biraz uzaklaşayım bari.’ Ne kadar da mantıklı, değil mi? Tam bir kaçış sendromu.

Yoğun iş stresi, bitmek bilmeyen toplantılar, ‘yapılacaklar’ listesinin asla bitmemesi… Bütün bunlar bizi birer makineye dönüştürüyor. Sabah kalk, işe git, çalış, eve gel, yemek ye, uyu… Ertesi gün aynı döngü. Bu döngünün içinde kendi varlığımızı sorgulamak, kendi duygularımızı hissetmek lüks gibi geliyor. Sanki bir robotun beynine insan ruhu enjekte edilmiş, ama robot hala kendi programını takip ediyor.

Anksiyete ve panik ataklar da depersonalizasyonun yakın arkadaşları. O yoğun korku anlarında, beyin kendini korumak için bir nevi ‘kapatma’ düğmesine basıyor. İşte o an, sen odayı, kendini, hatta nefes alışını bile dışarıdan izliyorsun. Sanki bir belgesel izliyorsun ve o belgeselin konusu sensin, ama sen sadece bir seyirci konumundasın. İronik değil mi?

Peki, Bu Saçmalıkla Nasıl Başa Çıkılır? Vera’nın Sarkastik Rehberi

Şimdi gelelim en önemli kısma: Bu ‘ben yokum’ modundan nasıl çıkacağız? Önce bir itiraf: Sihirli bir değnek yok. Ama birkaç ‘kendine gel’ taktiği var. Birincisi, farkındalık. Yani, bu durumun adını koymak, ‘Evet, şu an kendimi garip hissediyorum, bu depersonalizasyon olabilir’ demek bile işin yarısı. En azından deli olmadığını anlarsın.

İkinci taktik: Topraklanmak. Hayır, bahçeye çıkıp çıplak ayakla gezmekten bahsetmiyorum (gerçi o da fena fikir değil). Gerçek dünyaya dönmek, anı hissetmek. Elini soğuk suya sok, buz çiğne, keskin kokulu bir şeyi kokla. Vücuduna ‘buradayım!’ mesajını gönder. Duyularını kullanmak, o kopukluk hissini azaltmaya yardımcı olabilir. Sanki bir ‘reset’ düğmesine basıyorsun.

Üçüncüsü, ‘düşüncelere takılma’ kuralı. Depersonalizasyonla birlikte genellikle ‘acaba delirdim mi?’, ‘gerçeklik ne?’ gibi varoluşsal kriz soruları da geliyor. Bu düşüncelere takılıp kalmak, durumu daha da kötüleştirir. Onları bir bulut gibi izle, geçip gitmelerine izin ver. Onlarla tartışmaya girme, çünkü o tartışmayı her zaman beynin kazanır. O, bu konuda senden daha tecrübeli.

Dördüncüsü, hareket et! Spor yapmak, yürüyüşe çıkmak, dans etmek… Bedenini hissetmek, o ‘otomatik pilot’ modundan çıkmanın en iyi yollarından biri. Kan akışın hızlandığında, zihnin de biraz olsun kendine gelir. Ayrıca, o sırada ‘acaba bu benim kolum mu?’ diye düşünmeye pek vaktin kalmaz.

Ve tabii ki, en önemlisi: Konuşmak. Bir arkadaşına, bir aile üyesine, ya da en iyisi bir uzmana. Bu hisleri içinde tutmak, biriktirmek, durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirir. ‘Ayıp olur’, ‘anlamazlar’ diye düşünme. İnan bana, bu çağda herkesin az çok böyle ‘garip’ hisleri var. Sadece dile getirmeye çekiniyorlar. Belki de senin konuşman, başkalarına da cesaret verir.

Kendi Hayatının Başrolü Olmak: Otomatik Pilottan Çıkış

Unutma, depersonalizasyon bir hastalık değil, genellikle bir semptomdur. Bedeninin ya da zihninin sana ‘bir şeyler yolunda gitmiyor, biraz mola ver’ deme şekli. Bu çağda kendimize bu kadar yüklenirken, kendimizden bu kadar uzaklaşmamız aslında pek de şaşırtıcı değil. Sürekli bir performans sergileme baskısı, ‘mükemmel’ olma zorunluluğu, bizi kendi içimize dönmekten alıkoyuyor. Ve sonuç? Kendi hayatımızın seyircisi oluyoruz.

  1. Belki de bu ‘kendine yabancılaşma’ hali, bize bir uyarıdır. Hayatı gerçekten yaşamak, gerçekten hissetmek için bir fırsat. Kendi bedenine, kendi duygularına, kendi hayatına sahip çıkmak. Telefonu bir kenara bırakıp, etrafındaki gerçek dünyaya bakmak. Belki de o zaman, o ‘otomatik pilot’ kapanır ve sen tekrar dümeni ele alırsın. Sonuçta, bu senin hikayen, sen yazmazsan kim yazacak? Haydi bakalım, kalk silkelen, hayat senin, figüranlık yapmayı bırak, sahneye çıkma vakti geldi.

Bu Makaleyi Paylaşın
İleVera
Vera, dünyanın absürtlüğüne gülmekten başka çare bırakmayan kadın. Popüler kültürü, trendleri, sosyal medya ritüellerini, hatta kendi neslini bile öyle bir alayla yazar ki, önce kahkaha atarsınız, sonra birden aynaya bakıp “Dur bir dakika…” dersiniz. Keskin, hızlı, acımasız ama bir o kadar da zeki. Hiçbir şey kutsal değildir onun gözünde; Netflix dizilerinden bienallere, influencerlardan politikacılara kadar herkes sırayla iğnelenir. Yazılarında zehir gibi bir mizah vardır ama bu mizah asla ucuz değildir; her satirik cümlesinin altında ince bir gözlem, derin bir kültür birikimi yatar. Vera’yı okurken hem eğlenir, hem biraz utanır, hem de “Keşke ben de bu kadar iyi laf sokabilsem” diye iç geçirirsiniz.
Yorum yapılmamış